25 Ocak 2009 Pazar

Enerjiyi Anlamaya Çalışmaya Çalışmak

ENERJİ DENGELEME TEKNİKLERİ

Bugünün bilimi fiziksel – biyolojik sistemlerimizin kimyasal – elektriksel doğasını onayladı. Ancak, daha geniş bir idrak ile, biz karbon, kimyasallar ve elektriksel potansiyellerden daha fazla bir şeyleriz! Bizim doğamız ayrıca elektromanyetiktir. Elektromanyetizmi boyutlararası bir fenomen olarak biliyoruz.

BİZLER IŞIK VARLIKLARIZ!

Elektromanyetik varlıklar olarak, bizler hem görünür hem de görünmez ışığı içeren elektromanyetik spektrumun parçasıyız. “Kuantum fiziği” olarak adlandırılan bilim dalından, ışığın elektromanyetik alanın temeli olduğunu biliyoruz. Işık fotonu, bu alanın en küçük quanta’sıdır ve o aynı zamanda elektromanyetik alanın partikülleri arasındaki iletişimi sağlayan mesajcıdır. Bundan dolayı, bizim ışık varlıklar olduğumuz çok açıktır; karbon – kimyasal – elektriksel ve ışık varlıklar.

1800 lü yıllarda, hekimler şifa için elektrik enerjisini kullanarak deneyler yaptılar. Bu deneylerin sonuçları tatmin edici olmaktan uzaktı. Elektriği iletmek için kullanılan elektrotlar çoğu zaman deriyi yakıyordu. Elektrik yüklerinin yönlendirilmesi zor olduğu için, sağlıklı organlar etkileniyordu. Bu elektriksel işlemler uygun değildi, çünkü tekamül planında bu tip şifa için hazır değildik; bunun yerine varlığımızın kimyasal yönüne odaklanmaya devam etmeliydik.

Yol boyunca büyük ölçüde geliştik ve bedene birçok şekilde yardım etmek için ilaçlar geliştirdik. Şüphesiz, bugün kullanımımıza hazır sayısız tıbbi mucizeler var. Ancak, tekamül eden varlıklar olarak, varlığımızın elektriksel doğasına doğru daha çok hareket ediyoruz, yaklaşıyoruz ve bu gelişimi yansıtan şifa kaynakları arıyoruz: homeopati, şifalı otlar, doğal ilaçlar, canlı titreşimsel özler ve hücresel yapıyı ve DNA’yı etkileyen yeni destekleyiciler.

Spiritüel – elektriksel doğamıza ulaşmak ve onu ifade etmek için daha büyük bir yetenek geliştiriyoruz. Varlığımızın kimyasal ve elektriksel yönlerini bütünlerken, bedenlerimizi iyileştirmek için elektriksel/enerji yöntemlerini kullanmayı öğreniyoruz. Doktorlar nörolojik dengesizlikleri ve diğer koşulları tedavi etmek için elektrik ve elektromanyetizm ile çalışmaya başlıyorlar. Ama şifa işleminde kendi rolümüzü anlama, bulmacanın güçlü bir parçası olarak kalıyor.

Modern fizik maddenin, atomaltı seviyede, madde ve enerji arasında inip çıktığı bir realitede olduğunu bize öğretti. Özünde, bilim şimdi her şeyin, her yerin farklı titreşimlerdeki enerji olduğunu kabul ediyor. İnsan bedeni farklı değildir, o da enerjidir. Son yirmi otuz yıldır, bilim bedenin enerjisini ölçmeye dahil oldu. Enerji merkezleri (veya çakra sistemi) gibi, bilinçliliğin ezoterik metaforları olarak düşünülen şeylerin çoğu şimdi modern bilimsel araştırıcılar tarafından bulunuyor ve haritalanıyor. Bilim, şimdi fiziksel bedeni kuşatan ve ona nüfuz eden çoğunlukla görünmez olan enerji bedenlerini veya alanlarını keşfediyor.

Realitenin bir sonraki daha yüksek seviyesinde organize olmuş alan, daima realitenin “akan” katmanı içindeki ifadesi için hizmet gören gerekli modelleri taşır. Buna bir örnek, fiziksel maddeyi göz önüne almaktır. Fiziksel madde, fiziksel parçacıkların organize olmuş bir ifadesidir.

Bu organizasyona elektromanyetik alan vasıtası ile rehberlik edilir. Elektromanyetik alan olmadan, plan veya mavikopya olmazdı ve sonuç olarak 3 boyutlu realitenin inşası mümkün olmazdı. Elektromanyetik alan içinde modelleri değiştirmek, fiziksel realitenin değiştirilmiş bir ifadesini yaratır.

Işığın ve elektromanyetik alanların 5 nci boyutun yansımaları ve titreşimleri olduğunu söyleyebiliriz. Işık ve elektromanyetik alanlar daha yüksek boyutsal bilginin şifrelerini taşırlar.

Işık ve elektromanyetik alanın her ikisi de, fiziksel realitedeki maddenin organizasyonunu ve ifadesini etkiler.

Işık kodlanmış modellenmiş yaşam enerjisinin aracı taşıyıcısıdır!

Bizim enerjilerimiz uzay – zamanın dışından kaynaklanır! Madde ışığın değişmiş ifadesidir ve ışık, uzay – zamanın dışında var olur.

Işık varoluştaki her bir parçacık ile sürekli iletişimdedir. Işık elektromanyetik alanın habercisidir. Işık bizden akmaya devam eder. Işık hücrelerimizin özü içinde ve DNA’dadır. DNA, bu ışık akışı ile uyumlanır ve düzeltilir!

İnsan bedeni DNA içinden fotonlar – biyofotonlar yayar. Elektromanyetik alan ne kadar fazla yüklü ise, bu bilgi değişimi o kadar aktif olur! Bu, bize genişleyen farkındalığımızı sağlayan bizim gelişen/tekamül eden elektromanyetik alan yapılarımızdan türetilen/çıkan bilgidir.

DNA sadece mavikopyaların taşıyıcısı değildir, ayrıca DNA ışık ve elektrik iletiminde önemli bir rol oynar. Elektrik iletimi direnç olmadan bağdaşık bir işlem olarak işlerken, bu süperiletkenlik olarak adlandırılır. DNA ışık enerjisinin süperiletkenidir!

Işık DNA sarmalı içinde bir enerji kaynağı olarak depolanır. Hücreler özel frekanstaki ışık emisyonları vasıtası ile iletişim kurar. Işık bilgi taşıyıcısıdır.

Biz ışık tarafından enerjilendiriliriz. Bu akışa engel olunmamalı! Bu akışın engellenmesi insan varlıklar olarak deneyimlediğimiz çoklu hastalıklar/rahatsızlıklar ile sonuçlanır. Birçok faktörlerin akışı engellemeye katkısı olabilir. Akışı düzeltmek sistemimiz içindeki doğal, normal, sağlıklı işlemleri restore eder ve bunları olanaklı kılar. Akışın artırılması içsel potansiyellerimizin gelişmesi ile sonuçlanır! İçsel sistemlerimiz direnç olmadan süperiletkenlik esası üzerinde işler.

Bu büyük şok ile, bilim dünyası titreşimsel tıp araştırmalarına büyük ölçüde girdi. Üniversiteler sesle, renkle ve enerji ile şifayı araştırmaya başladı. Enerji araştırması manyetik alanlardan holistik şifacılara kadar her şeyi kapsıyor. Bu araştırma birçok şifacılarda, harmonikler prensibi nedeni ile enerjisel şifanın çalıştığı inancını üretti. Müzikte, bir piyanoda tek bir nota çalındığında, bu nota, onun altındaki ve üstündeki armonik oktavların notaları ile rezonansa girer. Başka deyişle, bir seviyedeki titreşimdeki bir değişim diğer seviyelerde de değişim yaratır.

Ezoterik bilim kişinin çeşitli enerji seviyelerini etkileyerek fiziksel seviyede değişim meydan geldiğini uzun zamandır kabul etmekte. Çoğu kişi bilimin bunu henüz yakaladığını hissediyor. Enerjisel seviyelerde çalışan EMF Dengeleme Tekniği®, Reiki, Reconnecting Healing™ vs gibi tedaviler, şifa verilen kişinin hem altındaki hem üstündeki seviyelerin çoğunda değişim yaratır. Bu, enerji türlerinin fiziksel bedenin ötesini iyileştirme yeteneğinin nedenidir.
Enerji Her Şeydir

Bedenimiz kendini iyileştirecek şekilde tasarlanmıştır. Bir bedenin sağlığını koruma ve hastalığı yenme yeteneği aslında doğanın en çok göze çarpan başarılarından biridir. Ama bizler, sistematik olarak bu doğal kapasiteye engel oluşturan bir dünyada yaşıyoruz ve eğer sağlığımızı gerçekten iyileştirmek istiyorsak bu konuya şuurlu bir şekilde yaklaşmamız gerekiyor.

Bizler gezegenimizin elektromanyetik, yerçekimsel ve nükleer alanları içinde dünyaya geldik. Güneşin hayat veren ışınları altında büyüdük. Enerji sistemlerimiz, örneğin bedenimizin enerji yolları olan meridyenlerimiz ve bedenimizin enerji merkezleri olan çakralarımız elektromanyetik enerji ve ışık yayarlar. Ölçmeyi başarabildiğimizden daha süptil olan enerjiler hem içimizde hem de etrafımızda bulunmaktadır.

Enerji aslında her şeydir. Madde de donmuş enerjidir. Muhtemelen, Einstein’ın da inandığı gibi, sadece tek bir enerji, “birleşik bir alan” var, ama öyleyse bunun sayısız yüzleri de olmalı.

Kendi kaynaklarında bu enerjiler birleşiktir (bütün haldedir). Başlangıçtan beri var olan bu enerjinin bütününden, varlığımızın içindeki tüm sonraki elektromanyetik potansiyelleri türetiriz. Canlı madde bedenler olarak, biz tüm varoluşun geri plandaki dokusu ile – hiperuzayın boşluğu, ayrıca Kozmik Kafes olarak bilinir – açık enerjisel alış verişteyiz.

Bir çok kültürde, fiziksel bedeni destekleyen, şekillendiren ve hareket ettiren bir süptil enerji matrisi vardır; buna Çin’de “ki” veya “çi”, Hindistan’da veya Tibet’te “prana” Yahudi kabalistik geleneğinde “yesod”, Japonya’da “ki”, Sufilikte “Baraka” adı verilmektedir.

Yaşam gücü (Ki) bütün hayatı saran ve akan süptil bir enerjidir. Canlı varlıkları sağlıklı ve diri tutar. Eğer Ki yok edilir veya zayıflatılırsa, o varlık ölür. Ki’nin süptil enerji sistemindeki sağlıklı akışı olumsuz etkilenirse, hastalıklar ortaya çıkar. Bu enerji her yerde mevcuttur, yaşam tarzına ve desteklediği hayata göre çok geniş bir titreşimi vardır. Ki, maddesel ve ruhsal dünyada canlı veya cansız, var olan her şey için gerekli olan bir enerjidir. Ki’nin insanların aura ve çakralarında farklı titreşimleri vardır.

Kullanılan yöntem ne olursa olsun, bütün şifa yöntemleri negatif Ki’yi, kişinin bedeninden, oluşturmuş olduğu olumsuz düşünce ve duygularla birlikte uzaklaştırır.

CHİ (Kİ) REALİTEYİ DEĞİŞTİRİR

Örneğin, bir örnekte bir Qigong Üstadından birkaç kilometre uzaklıktaki bir lazer ışığını etkilemesi istendi. Onun etkisi ile, lazerin yoğunluğu yüzde on kadar dalgalandı.

Ellerden yayılan Ki ile diğer gösterilerde aşağıdakiler mümkün oldu:

· Sıvı kristallerin moleküler kompozisyonunu değiştirir
· Kristal bazlı saatin zamanını değiştirir
· Çeşitli sıvı solüsyonlarının kimyasal kompozisyonlarını değiştirir
· Kızıl ötesi/infrared bir hücredeki gazların kompozisyonunu değiştirir
· DNA & RNA nın yapısını ve karakteristiklerini değiştirir
· Suyun yapısını değiştirir

Qigong ‘ta bilimsel araştırma üzerine bir makalesinde, Dr. Yan Xin, Ki ile ilgili aşağıdaki sonuçlara ulaştı:

· Ki gözlenebilir ve ölçülebilir
· Ki hem madde hem de enerjinin özelliklerini gösterir
· Ki bilgi taşıyabilir
· Ki insan düşüncesi ve duyguları tarafından etkilenebilir

Ki tüm canlı ve canlı – olmayan şeylerle ilgili olarak tanımlanır – yani her şey Ki’ye sahiptir. Ayrıca, Ki bizim dört temel kuvvetimiz ile ilgilidir – elektromanyetik, yerçekimsel, güç, ve zayıf nükleer kuvvetler. Ancak, Ki ayrıca bu dört temel kuvvet tarafından açıklanamayan enerjiler ve fenomen ile birleşiktir. ENERJI ÇALIŞMASI RUHSAL BİR ÇALIŞMADIR

Hastalık ve şifa ruhun yolculuğunda ara istasyonlardır. Bununla beraber ruh, anlaşılması kolay bir kavram değildir ve geleneksel tıp, ruhla ilgili konuları kendi anlayışına sokmaya bile güçlükle yanaşmaktadır.

Ruh, varlığımızın en süptil enerjilerinin kaynağıdır. Yine de, bu süptil enerji, hücrelerimizden benlik anlayışımıza kadar hakkımızda her şeye form verir. Eğer ruh, genelde tanımlandığı gibi, her yana yayılmış, zeki yaratılış enerjisi ise, can da onun kişisel düzeydeki tezahürüdür. Ruh ve can, varoluşumuzun kavranılamaz, canlı sırlarıdır. Bununla beraber onları derin düşünme, şifa veya mistik deneyim yollarıyla doğrudan deneyimleyebiliriz.

Einstein, bilgelerin binlerce yıldır öğrettiklerini fizikle gösterdi: Maddi dünyamızdaki her şey – canlı ya da cansız – enerjiden meydana gelmiştir ve her şey enerji yayar... Ve sözlerini şöyle bitirdi : Evrenin sürekli gelişen, dinamik doğası ancak başka bir boyuttaki daha üstün bir rehber zekanın çalışması olarak anlaşılabilir.

Güneşten ve Dünyadan gelen enerjiler bedeninizdeki bütün hücrelere nüfuz eder ve bunlar enerji bedeninizi şekillendirirler. Bunun ardından enerji bedeniniz de başlı başına, kendi kendini düzenleyen bir evren, bedeniniz ve çevreniz üstünde etki yapabilecek bir güç haline gelir. Enerji bedeniniz, sürekli olarak etrafındaki enerjilerle karşılıklı etkileşim halindedir ve sizi ısıtmak için, serinletmek için, aktifleştirmek için, sakinleştirmek için, bir yenileme ve canlandırma döngüsü kurmak için enerjilerini hareket halinde tutar. Bu mükemmel simyada, enerjiler inşa olunur, depolanır, harcanır, dönüştürülür, uyumlandırılır ve dengelenir.

Enerji hekimliğinde de denge çok önemli bir kavramdır. Tüm sistemler enerjisel bir dengeye, içsel bir stabilite haline ve diğer enerjilerle uyum haline doğru hareket ederler. Aynı zamanda, harcanan her bir çaba ve çevreyle olan her etkileşim bu dengeyi bozacaktır. Bizler her zaman dengeye doğru hareket etmekle birlikte yaşarken ve büyürken onu sürekli bozarız.

Bedeninizin enerji sistemlerinden biri kronik olarak dengesini yitirdiğinde ya da birkaç sistem birbiriyle uyumlu çalışamaz hale geldiğinde bedeninizin işleyişi de bozulacaktır. Enerji bedeniniz her zaman, dengesini yenilemek için kendisine uygun olan enerjileri kendisine çekmektedir. Bedenimizin onu en iyi şekilde besleyen ve koruyan enerjisel dengelerini muhafaza etme konusunda belki de tüm geçmişinde ilk defa bu kadar zorlanmasının nedeni, son derece çeşitli psikolojik stresler yaşamamız, kirli hava solumamız, işlenmiş yiyecekler yememiz ve yapay elektromanyetik enerjiyle kuşatılmamız gibi modern hayatın bazı gerçekleri olabilmektedir.

SÜPTİL ENERJİLERİ ÖLÇMEK

Son yıllarda bilim adamları süptil enerji terimini, önceden tanımlanmamış olan ama çevrede ve bedende mevcut olup zeki olduğu da belli olan güçleri tanımlamak için kullanmaya başladılar. Dua edilen kişiye şifa ileten bir güç olan dua ve bir hastanın semptomlarını geçiren bir güç ileten bir şifacının elleri, aslında “süptil enerji” iletmekten başka bir şey yapmaz.

Elektromanyetik spektrumun dışında varolduğuna inanılan süptil enerjiler, yakın zamana kadar en duyarlı bilimsel araçları bile atlatan bir alanda iş görürler. Şimdiyse, en azından süptil enerjilerin daha yoğun elektromanyetik karşılığına hassas olan cihazlar mevcuttur. Örneğin ellere ve ayaklara bağlanan elektrotlar, her bir meridyenden ve onun beslediği iç organdan geçen enerji akışını ölçebilmektedir. İyon akışında veya çakralardan yayılan ışıklarda ölçülen değişiklikler, meditasyondan, akupunkturdan, ve enerji ile şifa tedavilerinden sonra meydana gelen enerjisel değişimlere tekabül ederler. Böyle cihazla hastalıkları bile önceden tahmin edebilirler. Örneğin, meridyen aktivitesindeki değişimler, saatler, günler ve bazen haftalar sonra meydana gelecek olan fiziksel değişimleri bile tahmin etmektedirler.

Bunların yanında düşünce de süptil enerji yayar. William Tiller ve meslektaşları Stanford Üniversitesi’nde elektron aktivitesini kaydeden bir gaz boşaltma jeneratörü ürettiler ve yalnızca zihinsel odaklanmayla insanların jeneratördeki elektron aktivitesini artırabildiğini gördüler. Princeton Üniversitesi Mühendislik Fak. kökenli olan bağımsız çalışmalar da düşüncelerin süptil enerjileri etkilediğini öne sürmektedir. Süptil enerjiler düşüncelerden ve niyetlerden etkilenir ve mekana bağlı değildirler.

Bilinçlilik elektromanyetik alanların saklı alanıyla etkileşir ve onu etkiler. Dr. Valerie Hunt insan enerji alanının uyarılara beyinden önce tepki verdiğini bulmuştur.

Bedeniniz son derece karmaşık, mükemmel bir biçimde eşgüdümlenmiş ve eşi benzeri olmayan çağıldayan bir enerji sistemleri kaynağıdır. Kendine özgü bir enerji taşıyan yalnızca insanlar değildir ; her hücre, her organ ve bedenin her sistemi de kendine özgü bir enerjiye sahiptir.

Hastalık, fiziksel semptomlar olarak tezahür etmeden önce enerjilerinizde ortaya çıkar.

Enerji bedeniniz fiziksel bedeninizin süptil bir suretidir ve maruz kaldığı çeşitli etkilere yanıt verme kapasitesi fiziksel bedeninizden daha yüksektir. Enerji beden fiziksel bedenin sağlığının bir kopyasını taşıdığı için enerji hekimliğinin odak noktasıdır. Enerji bedeninizi etkileyen tedaviler, tüm sisteminizde yankılanır.

Etrafımızdaki enerjiler içimizdeki enerjileri de etkiler.

İnsanların enerjilerinin başkalarına olan etkisi üzerinde bilimsel çalışmalar yapıldı. Bir insanın kalbinin ürettiği enerji, deriye bağlanan elektrotlar aracılığı ile bir elektrokardiyogram ile ölçüldüğünde görüldüğü gibi, bir başkasının kalp aktivitesi ve beyin dalgaları üzerinde etki sahibidir. İki insan fiziksel temas halindeyken etki en güçlü seviyesine varır ama insanlar birbirlerinden bir metre uzakta dururken etki yine görülebilir.

Etrafınızdaki enerjiler size yardımcı olabileceği gibi zarar da verebilir. Buna kanıt olarak hayvanların bulunduğu bir atmosferde şifanın daha kolay yapılması verilebilir. Diğer yandan yüksek yoğunluklu elektromanyetik alanlara fazla maruz kalmak Alzheimer hastalığında, depresyon, intihar, lösemi hastalıklarında ve kan, beyin, kolon, prostat, sinir sistemi, lenf sistemi, akciğer ve göğüs kanserlerinde artışa neden olmaktadır.

Enerjileriniz ritmik ve berrak olduğu zaman sağlığınızı desteklerler. Bir kişinin elektrokardiyogramındaki dalga modelleri ne kadar tutarlıysa sinir, hormon ve bağışıklık sisteminin fonksiyonları da o kadar verimlidir. Bir pilot çalışmada tutarlı bir elektrokardiyogram sinyali, büyüme hızı yavaşlatılmış olan kültür ortamındaki kanser hücreleriyle ve daha hızlı büyüme hızına sahip olan sağlıklı hücrelerle uyumlandırılmıştı. Şifa seansları sırasında şifacının ve hastanın beyin dalgaları da bir tutarlılık ve senkronizasyon durumuna girerek, tek bir enerji alanına dönüşür. Bu birlik halinin hastanın kanındaki hemoglobin seviyesini artırdığı, ağrının şiddetini azalttığı, endişe oranını düşürdüğü ve yaraları daha hızlı iyileştirdiği görülmüştür.

Öncelikle, insan enerji anatomisi kavramını anlamak önemlidir. Onun varlığı fiziğin elektromanyetik yasalarıyla anlaşılabilir. Fiziksel anatominin bir çok sistemden – kas, iskelet ve endokrin vs. – oluşması gibi, enerji anatomisinin de bir çok sistemden oluştuğunu şimdi biliyoruz. Bunlardan biri çakra sistemidir, eski spiritüel ve metafiziksel bilgilerden iyi tanınır. Zihinsel, eterik ve duygusal bedenler ayrıca insan enerji anatomisindeki sistemlerdir, çoğu modern spiritüel düşünürler tarafından dökümante edilmiştir.

KAYNAKLAR :

- Elegant Empowerment – Peggy Phoenix Dubro & David P. Lapierre ; Platinum Publishing House
- Enerjilerle Pratik Şifa – Donna Eden ; Kozmik Kitaplar
- Jeffry A. Martin – REİKİ Manuali

(ÇEVİRİ ; Saffet Güler)

Nereye bakmalıyız?

Ilahi adaletin gerceklesebilmesi icin gerekli olan olmazsa olmaz mekanizmadir tekrar dogum (reenkarnasyon). Bir tek yasam sansi oldugunu kabul eden, yani reenkarnasyona inanmayan sevgili dostlarin, yasamin icinde var olan bu olaganustu adaletsiz yapiyi nasil aciklayacaklarini merak ederim!!Bu canlarin ortak dayanagi olan; “Allah herkese akil ve mantik vermis. Neden onlarda bunu kullanmiyorlar?” deyip, muhtac olan insanlarin da aslinda calisip akillarini kullanarak iyi kosullara sahip olanlar gibi olabileceklerini soylemeleri dogrusu hic de saglam bir temele dayanmiyor.Bir tarafta Dunya’nin en guzel erkeklerinden veya kadinlarindan biri olarak dogan bir varlik tum bu ayricalikli nimetlere sahipken, diger tarafta tarif edilemez yapisal bozukluklara sahip bir can tum bu olumsuzluk ile hayat boyu yasamak zorundadir. Bir tarafta, Avrupa’nin en buyuk metropollerinden birinde yasayip muzik, astroloji, fen, mimari veya uzay teknolojisi gibi bilgi ve kultur kaynaklarindan en ust derecede yararlanabilen insanlar; diger tarafta Bitlis’in, Erzincan’in veya Hakkari’nin ucra koylerinden birinde hayatini tamamlamak zorunda kalan yari-kole hayati yasayan kadinlar...Bir tarafta, coplukte yasayan bir kadinin tecavuz sonucu dogurdugu ve onunla beraber copluk hayatina mahkum olan bir can, diger tarafta, Dunya’nin en zengin insanlarindan birinin evladi olarak dogan ve her turlu olanagin elinin altinda oldugu katlar, yatlar ve ucaklarla dolu bir yasam!!Hangi mantik veya akil sahibi bir insan bir kez bedenlenme sansina sahip oldugumuzu iddia ettikleri boyle bir yasamda herkesin Kozmik bilince ulasma yolunda esit kosullara sahip oldugunu soyleyebilir?!?Dogunun unutulmus bir koyunde erkek egemenligi altinda kendi 9 cocugu ile beraber kocasina, onun anne ve babasina da bakmak zorunda olup, ayni zamanda butun gun tarlada calismak durumunda olan bir canin bu anlamda bilinclenme sansi ne olabilir ki?!?Iste dunya hayatinda bir kez bedenlenme sansinin var oldugunu kabul etmenin yaratacagi tum bu adaletsizligi yok etmenin ve ilahi adaletin calismasini ve herkese esit sans taninmasini saglamanin en temel yolu, insanlarin reenkarnasyon yolu ile tum bu farkli kosullari farkli bedenlerde deneyimlemeleri ve butun bunlardan ders alarak bir sonraki yasamina bunlarin kazanimlarini aktarmalaridir. kilinmistir” sozunu hatirlayalim ve bunun reenkarnasyon denilen evrensel yasa ile ne ilgisi oldugunu ortaya koymaya calisalim.
Bu yazı buraya eklerken (alıntıdır), reenkarnasyon vardır veya yoktur tartışmasına girmiyorum. Amacım sadece düşünce ikliminde başka bir yön açmak..
Başıboş bir divane midir insan? Hiç bilmediği, yabancı bir yerde açıverir gözünü birden.. nereden ve neden geldiğini bilmeden.. sudan çıkmış balık misali! Kimi hiçbir şey olmamış gibi, sanki hep buradaymış gibi yaşar gider. Kimi öylesine yabancı hisseder ki ayak uyduramaz, savrulur gider. Kimi de yanıt aramak için bir şeylerin peşine takılır gider. Aslında ‘aidiyet’ yatar hepsinin ardında. Kimi buraya ait hisseder kendini, kimi ötede bir şeylere.. ve hatta kimi de başka şehirlerde bulabileceğini sanır, ah bir kaçıp gidebilse! Özlemin kapağını açıp içine bakmak varken, yükler sırtına, daha fazla çaba ve acı ile deneyim denizlerinde boğulur, ah bir cesareti olsa bakmaya! Ayakta kalabilmek için tutunacak bir dal arar durur ve bu dalı “yalnızlık korkusu” besler, o da ne kurur ne de yorulur. Kendini bütünlemek içindir oysa bütün çabası, bunun için çırpınır tüm hayatı boyunca.. ama yanlış yerlerde, yanlış kişilerde, başkalarında arar! Bir ilişkiden diğerine atlar, yüreği nice yanar. Öyle büyük bir yüktür ki ilişkilerin sırtına vurulan, er ya da geç ezilir kendinden büyük beklentilerin altında; “beni tamamla” der karşısındakine insan ama böylesine ilahi bir isteğin karşısında fani ne etsin? Yetmez eli, kolu, bacağı kısa kalır bir zaman sonra, sonsuzluğu nasıl doldursun, kaplasın sınırlı ve geçici olan? Sonsuzluk içimizde.. dışarıdaki her şey ise bir aynadan, gölgeden ibaret.
“Bir aşk ki olgun mu olgun; bir gönül alan sevgili ki güzel mi güzel. Ama bundan daha şaşılacak bir hâl olabilir mi ki, arı-duru su önümde akmada, bense susuzum.”Mevlâna (Rubailer)***Bedenini, eşyaları, ve dahi başkalarını böylesine sahiplenen insan, neden hayatının kontrolünü de sahiplenmez? Neden anlamak istemez iyi kötü başına gelen her şeyin sebebinin kendisi olduğunu? Başkalarını suçlar, kimseyi bulamazsa Tanrı’yı suçlar.. ya bilseydi, tanısaydı Kendini ve Tanrı’yı, bir sözü kalmazdı isyana bürünebilecek.***Bir bilmecedir şu hayat, sorusu da tek, cevabı da.. soru da sensin, cevap da..
Sevgi ve ışıkla

6 Ocak 2009 Salı

Simya

Simya, kimyanın bir bilim olması ile hep küçümsenmiş, gerek felsefesine, gerekse sembolizmine gereği kadar değer verilmemiştir.
Simya, yaygın olarak, maddeden altın elde etmek için yapılan çalışmalarla ilgili olarak bilinir. Simyacı ise vaktini altın elde etmek için geçiren kişidir.
Aslında Simya köken olarak çok eski zamanlara dayanır ve maddi olarak altın elde etmekten çok daha derin amaçları vardır[/color].
Genel olarak Simya
Etimolojik olarak Simya sözcüğü Türkçe’de varolan Kimya sözcüğü ile aynı kökenden gelmektedir. Kökeni Arapça olan bu sözcükler Arapça’ya da “Kara Ülke” anlamına gelen Khem sözcüğünden gelmiştir. Bu “Kara Ülke”ise Mısır’dır. Etimolojik olarak da Simyanın kökeni Mısır olarak gözükmektedir.
Simya gerçekte bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı bir çok süreçten geçirerek , arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar.
Simya okült bir sanat olarak gözükmektedir. Bunu sadece belli kimseler uygulayabilmekte, geniş kitlelere yayılması engellenmektedir. Ayrıca Simyanın ezoterik bir karakteri de vardır. Simya öğrenimi inisiyasyona dayanmakta, kullanılan semboller sadece bu eğitimi geçmiş kişiler tarafından anlaşılabilmektedir. Simya felsefesinde ise Tanrı’nın birliği ve ruhun ölümsüzlüğü yer almaktadır.
Simya eğitimi sırasında adaya öğretilen temel esas , simyacının bir şeyler icat ettiği değildir; simyacı sadece sırları çözmektedir. Bu yönüyle simya uzun yıllar boyunca genel karakterini değiştirmemiştir.
Simya aynı zamanda Hermetik felsefenin de bir uygulaması olarak kabul edilmiştir. Zaten simyacılar da kendilerini filozof olarak kabul etmişler ve bu sırların Hermes (Mısır panteonunda Thoth) tarafından verildiğini iddia etmişlerdir.
Simya en genel anlamı ile bir sanat ya da bir teknik olarak anlaşılabilir ve amacı maddenin içindeki altını ortaya çıkartmaktır. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde altın ortaya çıkmaktadır.
Simya bu amaçla “Felsefe taşını” aramaktadır. Bu taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir (Elixir) ile insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir.
Simyada ulaşılan bu son noktaya giden yol Ars Magna (Büyük/ulu Sanat) olarak adlandırılmaktadır.
Tarih boyunca simya mistik ve pratik simya olarak iki yönde gelişmiştir. Pratik simya , kimya biliminin doğuşunda büyük rol oynarken , mistik simya,ezoterik felsefenin bir başka çehresi olarak günümüze kadar gelmektedir.
Mistik Simya
Pratik simyanın teorilerine ve sembollerine geçmede önce mistik simyayı incelemek gerekmektedir. Böylece pratik simyada da madde ile yapılan benzetmede aslında insana ait sonuçlar çıkarılabileceği çok rahat gözükecektir.
Simyanın, maddenin içinde sağaltım ile altını keşfetmesi, bir bakıma insandaki Tanrısal tözün ortaya çıkarılması ile benzerlik göstermektedir.
Metallerdeki hastalığın,kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi , uzun bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi İyi için çalışabilir. Ars Magna , bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile inisiyasyonu da temsil etmektedir.
Ars Magna ile insan Tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir.
Bu bağlamda Felsefe taşı da mutlak olana , tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde İksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir.
Öyleyse kendi içindeki Tanrısal tözü bulmak isteyen kişi , tıpkı maddenin saflaştırılması gibi , kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan , içindeki Felsefe taşına ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu da bu anlamı ile temsil etmektedir.
Bu , en güzel ifadesini VITRIOL sözcüğünde bulmaktadır. VITRIOL aslında Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle “Visita Interiora Terræ Rectificando Invenies Occultum Lapidem” dir ve “Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” anlamına gelmektedir. Bu pratik simyada kayıp taş ya da mineral olarak düşünülmekle beraber, aslında insanın Tanrı’yı , tanrısal olanı kendi içinde bulacağı anlamına da gelmektedir.
Bu şekli ile simya gerçek bir ezoterik doktrin olup günümüzde de bazı prensipleri ile yaşamaktadır.[/color]
Simyanın Temel Prensipleri
Simyacılara göre madde birdi ancak farklı şekiller almaktaydı. Madde ayrıca kendi parçaları ile birleşebilir ve sonsuz sayıda yeni form alabilirdi. Kuyruğunu ısıran yılan olarak gösterilen Ouroboros sembolü de bunu temsil etmekteydi.
Bu düşünce aslında Tanrı’nın birliğinden kaynaklanmaktaydı. Evreni yaratan Tanrı Ruh’a çeşitli formlar vermiş ve madde oluşmuştu ; ancak bu Tek olanın farklı görünüşlerinden ibaretti. Her yaratılan unum in multa diversa moda , Türkçesi ile farklı şekillerde tek olan idi. Simyacı ise bu formların arasında Altın olanı aramaktaydı.
Bu yönüyle simya, kendinden önce gelen tek tanrılı ezoterik düşüncenin , dönemindeki temsilcisidir.
Simyaya eşlik etmiş olan ezoterik felsefe, Mısır tanrısı Thoth’a Yunanlıların yakıştırdıkları Hermes isminden ötürü Hermetik felsefe ya da düşünce , ya da kısaca Hermetizm diye adlandırılır. Orta Çağ boyunca Hermes’e atfedilen hermetik metinler Corpus Hermeticum diye adlandırılmışlardır.
Corpus Hermeticum genelde diyaloglardan oluşmaktadır. Hermetik metinlerden en önemlisi Zümrüt tablettir.
Hermetik felsefede ruh ve madde birbiri ile iç içe girmiştir. Birisi ötekinin farklı bir görüntüsüdür. Aynı şekilde çoğu hermetiste göre maddenin de bir ruhu vardır.
Simyacılar eski düşünceye bağlı kalarak Ateş, Toprak, Su , Hava olmak üzere dört elementin (Tetrasomia) varlığını kabul etmişlerdir. Bu elementler bildiğimiz anlamlarından öte bazı özellikleri temsil etmektedirler. Simyaya göre görünen iki element , Toprak ve Su , içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında , bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir.
Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir.
Simyacılar ayrıca , Zümrüt tabletlerde belirtilen “Yukarıda olan aşağıda olanın aynısıdır” prensibinden yola çıkarak da her bir gezegen ile bir metal arasında bağlantı kurmuşlardır. Buna göre bilinen yedi gezegen ile metaller arasındaki ilişki aşağıdaki gibidir :
Güneş > Altın
Ay > Gümüş
Merkür > Cıva
Venüs > Bakır
Mars > Demir
Jüpiter > Kalay
Satürn > Kurşun
Bunlar içinden Altın ve Gümüş mükemmel metaller olup diğerleri mükemmel olmayan metallerdir. Bir teoriye göre metaller demir > bakır > kurşun > kalay > cıva > gümüş > altın sırasını izleyerek altına dönüşmekte , bu süreç döngü şeklinde devam etmektedir.
Simya ile astroloji arasında da sıkı bir ilişki vardır. Her metale bir gezegen karşılık geldiği gibi, bazı reaksiyonların gerçekleşebilmesi için gezegenlerin uygun konumu da gözlenmektedir.
Simyacıların , gnostiklere benzer bir de evren modelleri vardı. Merkezde Dünya, daha sonra yedi gezegen , etrafında sabit yıldızlar , en dışta da saf ruhlar bulunmaktaydı, bundan sonrası ise Tanrı’yı göstermekteydi.
Simyacılar için Güneş de büyük önem taşımaktaydı. Güneş bazılarına göre hayatın kaynağı , hatta Tanrısal sözün görünebilir hali idi. Bu nedenle, simyacılar Dünya merkezli evren teorisinden Güneş merkezli teoriye geçişte fazla zorlanma yaşamamışlardır.
Simyada bir önemli ayrım da dişil/eril ya da dişi/erkek ayırımıdır. Bazı simyacılar İlk Çağdaki bir düşünceyi savunmuşlar ve Tanrı’nın yaradılıştan önce hermafrodit olduğunu ve yaradılışla birlikle erkek ve dişi olarak ayrıldığını iddia etmişlerdir. Buna göre Güneş eril, dünya dişildir. Aslında dişil özellik en çok Ay ile kendini belli etmektedir.
Simyadaki bir başka düalite de macrocosmos / microcosmos ‘dur. Bu ikisi arasındaki benzerlik de daha önce gördüğümüz gibi ifadesini zümrüt tabletlerde bulmuştur. Bir başka görüş de insanın doğuşunun evrenin doğuşuna benzediği yönündedir.
Simyadaki bir önemli kavram da düalitenin yanında üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır : arketipler dünyası, macrocosmos ve microcosmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan.” demektedir.
Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir üçleme var ise insanda da ruh,can,beden olarak üçleme vardır. Bunun elementler dünyasına yansıması ise , Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır.
Aslında kükürt ve cıva iki karşıt prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup , gövdeyle ruhun bağlanması gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır.
Kükürt – Cıva karşıtlığı aşağıdaki gibi de özetlenebilir : (Hutin)
Kükürt > Eril – Aktif – Sıcak – Sabit
Cıva > Dişil – Pasif – Soğuk – Uçucu
Bazı simyacılara göre bu prensipler baba/anne düalitesini göstermekte ve ayrı duran bu prensipler , çeşitli şekillerde birleşip yeni maddelerin oluşmasını sağlamaktadırlar.
Bazı simyacılar üç prensip ile dört elementi birleştirmeye çalışmışlar ve aşağıda özeti görülen sonuca varmışlardır (Albert Poisson , Théorie et Symboles des Alchimistes, Paris,1891) :
Kükürt Toprak (Görülebilir, Katı)
(Sabit) Ateş ( Gizli,sübtil)
Tuz Ether
Cıva Su (görünür, likit)
(Uçucu) Hava ( Gizli,gaz)
Bu arada dikkat edilmesi gereken bir nokta da simyada her sıvının Su, her katının Toprak, her gaz Hava ve de her ısı kaynağı Ateş olarak adlandırılabildiğidir.
Pratik Simya
Simyanın en bilinen ve en yaygın şekli pratik simyadır. Simya pratiğini gerçekten bilinçli ve dönemine göre oldukça bilimsel yapan üstadların yanı sıra bir çok maceraperest de bu konu ile uğraşmışlardır. Ancak o dönemden kalma prensipler, özellikle de metodlar günümüz kimyasına da temel oluşturmuştur.
Simyacı için amaç Felsefe taşını elde etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun proseslerden geçireceği ilk maddesini dikkatli seçmek zorundadır. Latince Materia Prima diye adlandırılan ilk madde çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik simyada genelde uçucu ve hareketli olarak Cıvaya karşılık gelen ilk madde, ezoterik olarak da çırağı, inisiyasyona alınacak, mükemmel olmayan, kişiyi temsil etmektedir.
Simyacı kendi laboratuarını da kendi kurmak zorundadır. Aletlerini kendi temin etmeli ve laboratuarını bütün gözlerden uzak bir yerde oluşturmalıdır.
Simyacı için çalışmalarına başlayacağı zaman çok önemlidir. Simyacılar genel olarak İlkbaharda Güneş Koç burcundayken çalışmalarına başlarlar. Bazen Boğa ya da İkizler de çalışmak için uygun zaman olmaktadır. Ancak, İlkbahar doğanın canlanmaya başlamasını, bir tür doğumunu sembolize ettiği için, böyle bir çalışma için de en uygun zamandır.
İlk madde ile uygun zamanda çalışmaya başladıktan sonra, gelen aşama hasta olan metalin temizlenmesi, arınması işlemidir. Bunun için gizli ateş , ignis innaturalis gerekmektedir. Bu elleri ıslatmayan su ya da alevsiz yanan ateş diye açıklanmaktadır.
Bütün bunlar hazırlanıp uygun şekilde hazırlandıktan sonra hermetik olarak kapatılmış bir kap içine , ya da yaygın adı ile Filozofik yumurtanın içine konduktan sonra, tıpkı kuluçkada olduğu gibi burada sabit bir sıcaklıkta beklemek üzere, Athanor adı verilen fırının içine konur. Yumurta aynı zamanda yaradılışın da bir sembolüdür.
Burada da görüldüğü gibi pratik simya ile ezoterik simya arasında büyük bir paralellik vardır. Adayın yetişebilmesi için içinde yakmayan bir ateş olması gerekmektedir. Hermetik kap ise dış etkilerden uzaklaşmayı temsil etmektedir. Yumurta sembolizmi ise zaten adayın yeniden dünyaya geleceğini göstermektedir.
Bazı simya metinlerine göre de Materia Prima içinde Cıva ile belirtilen pasif prensibin yanında Kükürt ile belirtilen aktif prensip de vardır ve bunlar yumurtanın içinde etkileşime girerler. Daha sonra bunların ölümü ile Bilge Cıvası doğar. Bu siyah olandır. Bu yine mükemmel bir metal değildir , ancak bu da bir aşamadır. Daha sonraki aşamada ise beyaz olan açığa çıkar. Albedo diye adlandırılan bu beyazlık aşmasında Rosa Alba, Beyaz Gül ortaya çıkar. Bu aşamanın sonucu kırmızı olan Bilge Kükürdü ile tamamlanır. Son aşama ise Kırmızı kükürt ile beyaz cıvanın birleşimidir. Bu Kutsal birleşme sonucu Felsefe taşı ortaya çıkar.
Bazı metinlerde Felsefe taşı “AZOT” olarak adlandırılır. Bu doğal olarak bildiğimiz azottan farklıdır. Felsefe taşı bütün maddelerin başı ve sonu olarak görülmektedir. Bu yüzden Azot sözcüğü de bütün alfabelerde ortak olan A ile başlamakta, sırası ile Latin , Yunan ve İbrani alfabelerinin son harfleri olan, Z,O ve T ile bitmektedir.
Simyanın pratiğine de baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir.

Ruhsal Rehberler

Ruhsal rehberlerimiz, yol göstericilerimiz, bize her zaman kendimizi hatırlatırlar.Hayatımızın değişik dönemlerinde, farklı alanlarda bize destek olur ve kendimizin en yüksek hayrına hangi yolu tercih etmemiz gerektiğini bize hatırlatırlar. "İçimden bir ses öyle dedi", "niye bilmiyorum, sanki oraya yöneldim", "sanki bir şey böyle yapmamın daha iyi olacağını söyledi" gibi anlatımlarla kişi rehberiyle etkileşimini anlatıyordur.
Rehberlerimiz çoğu zaman insanlık deneyimini tamamlamış ve bizlere ruhsal seviyede destek olan öğretmenlerimizdir. Nadiren de olsa bedenlenebiliyorlar. Ve bazen, bir dostumuz, yakınımız hatta hiç tanımadığımız ve ummadığımız biri aracılığıyla rehberimizden mesaj gelir!Amaçları; ruhsal yolculuğumuzda gelişerek ilerlememizi kolaylaştırmak ve yoldan uzaklaşırsak bize yolu hatırlatmaktır. Bu sebeple onları ayırt etmek kolaydır, zira sadece sevgi ve destek içeren mesajlar verir ve yargılamadan bize kendi yolumuzu hatırlatırlar. Yaptıkları çoğunlukla bize ayna tutmak ve kendi "en iyi" yolumuzu göstermektir.
Hepimizin Ruhsal Rehberleri olmakla birlikte çoğu kişi farkında değildir. Özellikle ruhsallığa kapalı kişiler rehberlerinin farkında olmazlar. Bazen ruhsal konularla ilgilenen kişiler de rehberleriyle iletişim içinde olmayabiliyor. "Ben kendimi biliyorum, ben bana yeterim, başkasına ihtiyacım yok" diyen kişiler de rehberlerine kapalı olabiliyorlar.
İnsanlık deneyimini yaşarken; hepimiz zorlu dönemeçlere, seçmesi zor yol ayrımlarına geliriz. Hangi seçim ruhsal gelişim yolunda bizim için en iyi olan yoldur, bunu sorar dururuz. Bizim için zorlu olan bir dönemde, peki bize düşen pay nedir? Nerede hata yapıyor, neyi atlıyor, neyi görmezden geliyor olabiliriz?Tüm bu sorular, biz o durumun içinde kaybolmuş durumdayken cevaplanması imkansız gibidir. Oysa rehberlerimiz, tüm hikayemizi bildikleri ve bizleri çok boyutlu olarak algıladıkları için o "karmaşık" durumdan çıkış yolunu bir kaç cümleyle anlatıverirler.
Farkındalığımız yüksek olarak, o günü, o anı yaşıyorsak rehberlerimizin mesajlarını çok daha kolay algılayabiliriz. Rehberlerimizle iletişimde olmanın en iyi yolu tabii ki, meditasyon yapmak.Hayatın içinde çoğunlukla zihnimizi kullanırız ve zihinsel kirlilik yani çoğunlukla dünden kalan düşünce yığınları bizi an'dan koparır. Meditasyon yaparken, zihnimizi düşüncelerden arındırarak nefesle bedenimize odaklandıkça, rehberlerimizden gelen mesajlara açık hale geliriz.
Onlara en çok, önemli karar aşamalarında, hayatımızdaki dönüm noktalarında ihtiyaç duyarız. Bazen bizi sakinleştirir, çoğu zaman da sevgi göndererek, varlıklarını bize hatırlatırlar. Özellikle zorlu dönemlerde çıkış yolu ararken bir Rehbere ihtiyaç duyarız. Bizler çok karmaşık ve özgün varlıklarız. Rehberlerimiz daha geniş bir bakış açısıyla bizlere baktıkları için, bugüne kadar olan yaşantılarımızı biliyor ve daha derin seviyede bizleri algılıyorlar. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumun nereden kaynaklandığını biz bilincimizle kavrayamayabiliriz.Regresyon Terapisi çalışması esnasında rehberimiz bize yolu aydınlatır. Kişinin bugün içinde bulunduğu durumun nereden kaynaklandığını bildikleri için en doğru yönlendirmeyi yaparlar. Tabii kişinin hazır olduğu ölçüde!
Varoluşu kendi belirlediğimiz çerçeveden algıladığımız için bazen rehberimizin bize tuttuğu aynaya bakmaktan hoşlanmayız. Ve çoğu zaman bu sebeple rehberimizi duymaz, algılamayız. Oysa sadece gerçek bizi dönüştürür!
Rehberlerimizin farkında olursak bu müthiş desteğin ve yol göstericiliğin varoluşu ne kadar kolaylaştırdığını anlarız. Bu yolda yürürken Rehberlerimize şükran borçluyuz!
Terapi seanslarında rehberlerimizden gelen bazı mesajlar hepimiz için önemli;"kendi içinde mutlu olmak yeterli değil, başkalarına zarar vermemek de önemli"."içimizdeki zayıflığı bilmeden güçlenemeyiz!""dayanıklı ol, duygusal olarak güçlen!""yaşadığın olayları kendine dert etmek yerine yaşamayı öğren, çünkü en önemli vazifeniz yaşamayı öğrenmek. Yaşamak kelimesinin ötesine geçin. Yaşamak verilmiş en önemli hediye! Ölüp ruhsal aleme geçince bu deneyim, orada da ihtiyacınız olan şeyleri size verecek."

Ruhsal Enerji

Ruhanî gücümüz bizi kuşatan ruhsal enerjiyle beslenir ve ruhsal enerjimizin gelişmesi, tüm kimliğimizin gelişmesinin vesilesidir. Dua etmeyenler, ruhsal enerjiye kapalıdırlar.
Evren, sınırsız güneşe açılan pencereler gibidir. Evrendeki her oluş, o sınırsız enerjiden beslenerek gerçekleşir.Güneş, açılan pencereden girecek; pencereyi genişlettiğinizde ışığın hacmi artacaktır.
Evrenin Yaratıcısı her varlığa özel bir doğa (fıtrat) vermiş; her şeyi bir kalıpla çevrelemiştir. Her varlık o doğa üzerine doğar, büyür ve ölür. İnsan dışındaki canlıların fiziksel ve ruhsal doğası, kesin hatlarla tamamlanmıştır. Onlar pencerelerinin boyutlarını değiştiremez. İsteklerini kendi iradeleriyle geliştire-mezler. Çağlar boyunca süt veren inek, asla bal vermeyi öğrenemez.
İlâhî ışık, bir gül çiçeğinde ne kadar yansırsa, diğer gül çiçeğinde de o kadar yansıyacaktır. Asırlar geçer ve ağustosböceği-nin ruhanî penceresinden hep aynı miktarda ışık geçebilir. Bir arı çiçeğe kavuşmak istiyorsa, onun çocukları olan diğer arıların hayatları da sadece çiçeğe kavuşma dualarıyla geçecektir. Bitkiler bu çağda ne kadar güzelse, gelecek çağlarda da o kadar güzel olacak.Ancak insan ruhu, diğer canlıların aksine, gelişip değişmeye müsait yaratılmıştır. Bir gürgen çekirdeğinden hep gürgen ağacı gelişecektir. Oysa, bir insan çekirdeğinden isyankâr bir Firavun da çıkabilir; yüce bir Peygamber de yetişebilir.
Ruhunuzu açarsanız, İlâhî ışıklar kimliğinize doluşacaktır. Ruhunuzu ışığa açmanızın tek yolu, istemenizdir. Yüzeysel ve duygusuz istediğinizde, ruhunuzun penceresi küçücüktür. Gözyaşlarıyla ve muhtaç bir yürekle dilediğinizde, ruhsal enerji fırtınalar hâlinde ruhunuza akar. Kalbinizi ruhsal enerjiye, ışığa, feyze, nura açtığınız an, kalbinizden yüksek isteklerin geçtiği andır. Kimilerini hastalarına uzaktan bir ayna gibi tutarak, sağlığa aracılık yapmaya çalışıyorlar.
Ellerinizi açarak, secdeye kapanarak ya da boynunuzu iki büklüm önünüze eğerek de olsa benzer sonuçlara ulaşıyorsunuz: Reiki felsefesinde enerji istiyorsunuz; İslâm dininde nur (ruhsal ışık) talep ediyorsunuz. Sonra da nurlanan bedeninizi kuşatan devreyi, ışıklanan ellerinizi yüzünüze sürerek tamamlıyorsunuz.
2.700 hasta üzerinde yapılan 23 bilimsel araştırma, kendilerine haberleri olmadan dua edilen hastaların yüzde 57'sinde, ağrının azalması ve iyileşmenin hızlanması gibi etkiler ortaya çıkarmıştır..35 Dua ettiğinizde, yaratılan iyileştirici enerji hedefine ulaşıyor ve etkisini gösteriyor. Ateist 36 düşünürlerden Dan Barker, bu durumu plasebo37 etkisi olarak tanımlıyor. Duayı dinleyen ve isteneni yaratan Tanrı olmasa bile, aynı kendini sevdiklerine bağlı hisseden her hastada ortaya çıkacağını savunuyor.
DR. Pranklin Loehr gibi araştırmacılar, bu teze itiraz ettiler. Eğer dua bitkilere ve hatta cansızlara da etki ediyorsa, Parker'ın iddiası doğru olamazdı. Nitekim, bir grup bitki için 0ıurnlu, diğer grup bitki için de olumsuz yaptılar. Olumlu dua yapılan bitkilerin her defasında daha hızlı filizlendiğini ve daha gür yetiştiğini belirlediler. r-Ardından canlı bitkiler yerine, onları sulamada kullandıkları cansız suya dua ettiler. Dua edilen suyla beslenen bitkilerin filizlenmesi dua edilmeyen suyla beslenenlerden daha canlı ve hızlı gerçekleşiyordu. Bu deneyleri defalarca tekrarladılar ve hep aynı sonucu aldılar. Bu durum, duayla akan enerjinin, sadece insanların sağlıklarında değil, canlı bitkilerin ve cansız maddelerin üzerinde de etkili olduğunu ispatlamaktadır.
Evrenin ruhsal boyutunda (melekût), dua, nur, ruh ve melekle kuşatılmayan noktalar karanlıktır; yokluktur. Gözlerimiz maddenin ardına bakabilseydi, zifirî karanlığa yayılan melek kafilelerinin ışık nehirleri hâlinde akıp gittiklerini; semalar arasında şimşekler gibi çakışıp durduklarını görebilecektik. Sonra da dünyayı, her tarafı güneşlerin ışıklarıyla çevrili bir küre hâlinde algılayacaktık.Ötelerden dünya zeminine şimşekler gibi ruhsal ışıklar akıp durmaktadır. Devamlı ve belki de milyarlarca kez... Kimi ! ışıklar belki sicimler gibi inceciktir... Kimileri birkaç saniye sürmektedir. Sonra kimi köşelerdeki duygulu yaşlıların kalplerine j sürekli akan aydınlatıcı ışıklar göreceksiniz.
Ardından bir şimşek çakar ki, diğer tüm ışıkları gölgede bırakarak gözleri kamaştırır. Muhtemelen o anda masum bir kalp, uğradığı acımasız zulüm karşısında İlâhî yardım dilemiştir. Sonra bir güneş yükseliyordur sanki... Bir veli öyle yüksek bir kalple dua etmektedir ki, ruhanî bulutlardan süzülen ışık, dünyanın tüm ruhsal boyutunu aydın- ' tatmaktadır.
Ruhsal evrenin bu inanılmaz görüntüsü, ibadet eden Müslümanın hayatına şöyle yansır: "Namaz kılan için şu üç özellik vardır: Gökten tut, ta başının tepesine kadar sevap saçılır. Gökten ta ayaklarına kadar melekler kendisini kuşatır. Eğer namaz kılan, o esnada kiminle konuştuğunu bilseydi, yüzünü kıbleden çevirmezdi."39
Ruhsal evrende hayalen kendimizi gözlemleyelim: Karanlıkta mıyız? Kalbimize bağlanan bir ışık yok mu? Arada sırada olsun... Yanıp sönen ateş böcekleri gibi olsun... Hiç mi ışığımız yok?

Dr.Muhammed Bozdağ