Ne olduğunu bil ey yolcu, bilki rabet göresin.Ey yolcu yer yüzündede yerin olsun hemde en sağlamından,sipürütüel ol her zaman rabet göresin.
Sembollerin dilinden anlamaya çalış çünkü dünyada hiç bir şey boşuna ortaya çıkmaz-var olmaz!.
Herbir etkinin tepkisi vardır,etkiyi yaşadığında tepkisini hesaplamayı unutma yolcu!yoksa heba olur yutulursun ya kurda ya kuşa!.
Ey yolcu şerri ve hayrı herkes her an yaşar ortasını kendimize dikte etmek maharet işidir. mahareti uygulamakta sana kalıyor yoksa sıradan insan ile senin arandaki farkın sadece lafta kalır.
Bir işi iyi belle getirisini götürüsünü hesepla ve işini yap,yoksa zararlı olan sen olursun!..
İşin aşkı seni sarmalasın Ruhun,Duyguların,Aklın ,Sezgilerin,Mantığın yaptığın işi isteyerek severek yapsın.
AZMİN-ARZUN-İRADEN-İMGELEMEN-SEZGİLERİN tümü bir olsun, işte o zaman başarı senindir.
Başarıya giden yol sol beyin beyin lobun mantık hesaplamalarıdır,hesaplamalarını emin halde bitirdiğinde sağ beyin lobuna devreder işini bitirirsin- kısacası mantıksal yanınla sağlam bir sembol hazırlar ve sezgiler ile alakalı yanın olan sağ beyninle eyleme geçirirsin ve sonuç tatmin edici oranı yüksek olur!..
Bir majikal eylemin betimlemesi çeşitlilik gösterebilir,yalnız tema ve dıram aynıdır!-örnek-bir şansın çağrılması için uzak doğuda yoga yada el pasları ile sembol işleniliyorken orta doğuda dualar nefesler kulanılıyor;batıda dış etkilere maruz bırakan sembollerler ve kısmi tatra ile mantralar kulanılıyor..
Oysa tüm sistemlerin yöntemleri aynı ham madde mental enerjiyi uyarmanın bir yolundan başka bir yol değildir..
şansın enerjisi 1dir 2 olamaz yalnız şansın enerjini çağırmanın 10larca yolu vardır onun için kendinize uygun yöntemi seçin başarı ardınızdan gelsin..
ÇOK BASİT OLAN ŞEYİ GÖZÜNÜZDE O KADAR BÜYÜTÜNÜZ Kİ BÜYÜTÜĞÜNÜZ ŞEYİN ALTINDA EZİLİP ÖYLECE KALA KALDINIZ.
Oysa majikal seçim yapmanın mantıklı yanı şudur,istiyorum yada istemiyorum sezgisidir;akıl istiyor olabilir yalnız sezgilerin binbir karmaşa içerisinde yoğuruluyorsa başarısız olman içten bile değil.
Bir şeye teşebüs ettiğinde iradende o yönde ise başarırsın aksi taktirde başlamadan kaybetmişsin.
26 Mayıs 2009 Salı
21 Mayıs 2009 Perşembe
Attarti Ana'nın Vasiyeti
"Kandilde yedi gün yedi gece yanan yağ, hiçbir zaman sebepsiz yanmasın ve ruhun çalkantısı yüzünden rüzgârlar çıkmasın.
İlk Tanrılar Şehri'nin kuruluşundan 12893 yıl sonra, Ağustos Ayı'nın son dolunayında, tüm yazıtlarla, endişeleri, kaygıları, dinlerinizi, evlerinizi ve muskalarınızı geride bırakarak, hepiniz bu dünyanın en yüksek zirvesine çıkacaksınız..
Her biriniz kendinin ve komşusunun çocuklarından birer tane alacak yanına. Sizin peşinizden gelen bu canlılar çok şanslılar. Orada, karın beyazının içinde ve Ağustos Ayı'nın gökyüzünde, karanlıklardan gelen ateşlerle savaşacaksınız. Dünya titreyecek ve sular ayaklarınızı yalayacak.
Bu kutsal hediyeye şükredin. Yeni asırlar için şükredin. Ruh gözünüzün, size sunacağı yeni evren için şükredin...
Ve sizin bu şarkılarınızı, yukarıda yıldızlar dinleyecek...
İlk Tanrılar Şehri'nin kuruluşundan 12893 yıl sonra, Ağustos Ayı'nın son dolunayında, tüm yazıtlarla, endişeleri, kaygıları, dinlerinizi, evlerinizi ve muskalarınızı geride bırakarak, hepiniz bu dünyanın en yüksek zirvesine çıkacaksınız..
Her biriniz kendinin ve komşusunun çocuklarından birer tane alacak yanına. Sizin peşinizden gelen bu canlılar çok şanslılar. Orada, karın beyazının içinde ve Ağustos Ayı'nın gökyüzünde, karanlıklardan gelen ateşlerle savaşacaksınız. Dünya titreyecek ve sular ayaklarınızı yalayacak.
Bu kutsal hediyeye şükredin. Yeni asırlar için şükredin. Ruh gözünüzün, size sunacağı yeni evren için şükredin...
Ve sizin bu şarkılarınızı, yukarıda yıldızlar dinleyecek...
18 Mayıs 2009 Pazartesi
Şeytan
Her şey bir alegoridir, benzetmedir. Yok elmayı verdi yemeleri için yok adem'in önünde eğilmedi falan. Elma bilgiyi simgeliyor. İnsanlara bilgiyi veriyor ve gözlerinin açılmasını sağlıyor. Tabii bu durum her şeyin lay lay lom olmasını isteyen güçler tarafından uygun görülmüyor. Ve kendisi lanetleniyor. ama insanların kendi yarattıkları bir varlık olan şeytan, yine insanoğlunun kendi ürünü olan ve görece daha üstün olan yaratık tarafından lanetleniyor. Yazıyı bulan ve korkularını, düşüncelerini kayda ilk geçiren toplumların diğer toplumlara da kitaplar, yazıtlar yoluyla geçirdikleri bir hurafeler metninin kahramanı. İnsanoğlunun oyuncağı. Kara koyunumuz. Kara keçimiz.
Allah' ın katakulliye getirdiği iki yaratıktan biri. Diğeri de insandır. Şöyle ki: Allah kutsal kitabında bize diyor ki bizi bu dünyada sınamak ve öbür dünyada ödüllendirmek yahut cezalandırmak için yarattı. Yani herşey en başından belliydi. Yani sınav gereği insanı birilerinin kötülüğe sevkedeceği de belliydi. Ama allah şeytan' a doğrudan "senin görevin insanları kötülüğe sevketmek" demedi de adem' e secde edilmesi tezgahını tertipledi. Adem'e secde etmeyen şeytan suçlu pozisyonuna düştü. Öte yandan adem ve havva' ya söylenen onların sınanacağı değil, cennette yaşıyacaklarıydı. Allah onları cennetten kovmak ve sınavı ortaya koyabilmek için de yasak elma tezgahını tertipledi. Böylece hem insanı ve şeytanı birbirine düşürmüş, hem bu yüzden ikisini de suçlu ilan etmiş oldu. Pekiyi neden onları suçlu durumuna düşürdü? çünkü sadece onları yaratmış olmanın kendisini otoriter kılmadığı apaçık ortadaydı. Onların üzerinde otorite iddia edebilmesi için kendisinin haklı olması, kendisinin haklılık iddia edebilmesi için ise bir şekilde onların suçlu bulunmaları gerekiyordu. Allah' ın gerçek dünyada "egemen güçler"e denk düştüğünü ifade edersek, çevirdiği katakullilerin nedeni de açıkça görülebilir.
,
Yezidîler “seytan ile tanri esitti. tanri seytani kiskandi ve kutsal özelliklerini elinden aldi” diyorlar ve seytanı tutuyorlar. İnsanlarin her türlü kötülügü seytana mal ettiklerini, asil kötünün insan oldugunu savunuyorlar.
Modern satanizm ise, 1966 yilinda Rosemary’nin Bebeği isimli kitap ve film baslangic noktasi oldu. Şeytan tarafindan gebe birakilan ve Deccal’i doguran kadini anlatan filmin yapimcisi bir yil sonra öldürülecekti. Bu filmde ‘karabüyü danismani’ rolündeki Kafkas kökenli Anton La Vey (1930) ise, sonradan seytan kilisesini kurdu ve basrahip oldu.
Şeytanın kutsal kitabinda la vey şunları söylüyor: “Şeytanin cagidir bu; Şeytan dünyayi yönetiyor.”
Tanrı önce tamamen itaatkar bir varlık yaratıyor (içlerinden birisi itaat etmiyor, buna daha sonra değinicez). Daha sonra insanlığı yaratıyo ve onlardan da itaat etmesini istiyor. olasılıkları inceleyelim. Melekler de itaat etmekte özgür varlıklardır, ama onlar yüce bilgelikleri sayesinde içlerinden birisi dışında bozulmaya uğramamışlardır yada şeytan aslında bir melek değildir. Bu o kadar da önemli değildir. tanrının bütün bunların oluşumundaki amacı nedir? Eğer tamamen itaat eden bir soy istediyse, herşeyin sonunu olmadan önce görebilen sonsuz güçteki yüce tanrı şeytanın ona karşı geleceğini, insanları kötü yola sokacağını görememişmidir? Ya da en baştaki amacı insanları sınamak için kötülüğe, ve insanlar kötü yola sokan bir meleğe ihtiyacı vardır. Belki de Şeytan, sadece tanrının ondan istediği, insanları kötü yola sokmaya çalışma -ki bu olay tanrının, nefsine hakim olanları ayırmasına yardım edecektir-. Görevini tamamlıyordu. Yani bu durumda şeytan tanrının en pis işini yapan, kesinlikle yoldan çıkmamış bir melektir.
Her iki durum da kuran-ı kerim ile çakışıyor. Eğer gerçekten şeytanın nasıl davranacağını göremediyse gücü, Yada şeytanın aslında sadece kendisine verilen görevi yerine getirmekle yükümlü bir melek olması ise kuran-ı kerim'de bir yalan yada hatanın olduğunu gösterir. Tabii ki bundan başka senaryolarda kurulabilir, bunlar şu an aklıma gelen sadece ikisi. Bu da dünyanın ne kadar fazla olanak sunduğunu gösteriyor. İsterseniz bu ikisinden birine; isterseniz aslında bütün büyük dinlerin, şu anda inanılmayan birsürü eski dinin biraz geliştirilmiş versiyonu olduğuna ve birgün yıkılacağına ve yerine daha gerçekçi bir din geleceğine; yada gerçeği, insanlığın şu anki zekası ve bilgisiyle gerçeği kavrayamayacağına ve beklemeye (şu an benim durumumu en iyi bu açıklıyor) inanabilirsiniz.
Şeytanı kızıl tenli, kafasında iki boynuzu olan, uzun kuyruklu, belden aşağısı keçiye benzer kıllı bir yaratık olarak resmetmek saçmalıktır, palavradır ve yanlış anlaşılmadır...
İşte size diablo'nun imajının tarihi:
hiristiyanlık öncesi Avrupada Roma imparatorluğunun dışında kalan halklar(bkz: Ggermenler), onlar gibi çok tanrılı dine taparlardı. Bu dinde pan adında bir bereket tanrısı vardı ve bu tanrının imajı iri yarı, belden aşağısı keçiye benzer, sakallı ve boynuzlu, elinde çiftçilerin saman yığınlarını kaldırmak için kullandığıı çatallardan olan bir yaratık idi. Resimlerde çiftçiler onu bir çemberin ortasına alır ve etrafında dans ederek ona şükranlarını belirtirlerdi. Aradan yüzyılllar geçti, avrupada hiristiyanlık yayaıldı, eski dinler unutuldu, ta ki 14-15. yüzyıllarda savaşlar, salgın hastalıklar ve kıtlıklardan kırılan avrupada kilise bunların sebebini şeytan ve onun kulları olan cadılar olarak ilan edene dek(bkz: cadı avı). Bunları resmetmek için ise kafirlik döneminden kalma tanrı ve putları örnek aldılar, bunlardan en çok bilinenleri arasında olan pan da böylece çiftçilerin şükredip taptığı bir bereket tanrsı olmaktan kara tahtında oturup insanların başına felaket ve acı yağdıran bir iblise dönüştü. Aradan yüzyıllar geçti, çağlar değişti ve 20.yy ın popüler kültürü şeytanı bu saçma imajla insanların karşısına bir reyting malzemesi olarak çıkardı.
Eğer hiristiyanlık dönemin felaketlerinin (bkz: veba)(bkz: yüzyıl savaşları) sorumlusunu şeytan olarak göstermese idi şeytan bugün kötülüğün simgesi olmak yerine insanların öğrenip ibret alması gereken kovulmuş bir melek olarak görülürdü. Eski Yunan uygarlıklarına, Aztek uygarlığına veya doğu dinlerine bakarsanız ölüm ve yoketme tanrılarının bile adından saygı ile bahsedildiği görülür. İlahi dinlerde ise bu melek bir yanlış anlaşılmaya kurban gitti.
Bu durumda şeytana tapmak da ortaçağ kilisesinin bu yanlışından doğan bir kavram olabilir, nitekim ortaçağda ortaya çıkan bu kavram popüler çağda yayılmış ve taraftar bulmuştur.
Bu durumda şeytana tapmak da bir yanlışlıktan kaynaklanır ve yanlışlıktır...
Şeytan , insanlari kotu yola cektigi , gunaha tesvik ettigine inanilir. Bu yuzden cogunlukla tipleme olarak ( insan kiliginda ) yakisikli yada guzel karakterler kullanilmistir. Oldukca sogukkanli ve sinsi bakar , fazla konusmazlar yalniz etkileyicidirler.
Şeytan keci olarak sembolize edilir. Pentagram yildizinin icine bir keci basini tam oturtabilirsiniz. Ters yildizin ust taraftaki iki cikintisi boynuzlardir. Yanlardakiler ise kulaklar.
Şeytan , karanliklar lordudur. kotulugun efendisidir, cehennem in asil sahibidir.
Aslen eski ibranicede bas-atan kelimesinden turemistir. Bas-atan dusman demektir. Zamanla asima ugrayarak , yada cesitli kulturler tarafindan benimsenerek saydan ve en sonda seytan haline almistir .
Kimi dinlerde hz.Adem in bahcivan olduguna inanilirdi , cennet bahcesinin bahcivani o idi , Adem ve Havva portlerindede oldugu gibi buradada Şeytan , yilan formundadir ve Adem i yasak elmayi yemesi icin tesvik eder ( bastan cikarir ) . İlk kotuluk , butun diger kotuluklerin anasidir ve digerlerine gebe birakir.
Şeytan in kimi zamanlar insanlari kandirmak icin insan formunda gezdigi soylenir. Kimi zaman kiz arkadasiniz ona burunur yada tam tersi , veyahut en cok guvendiginiz insanlar . Onlarda sizi bu sekilde yoldan cikarir ve kandirirlar. Bilincinizde yada inancinizda dogru , ahlakli olduguna inandiginiz bir seyi size seytan yaptiriyor , sizi yoldan cikariyor olabilir.
Şeytan in allah katindan kovulma sebebi malumdur , burada itaat etmesi buyruldugunda , kimi inanislara gore seytanin su cumleyi soyledigi varsayilir :
- Non Serviam ! ( latinceden ingilizce karsiligi " i will not serve " , turkcesi ise " itaat etmem" dir. )
Din inanislarina gore , Şeytan a eslik eden , onun yaninda olan insanlar sonunda onunla ayni kaderi paylasacaklardir. Şeytan bu insanlari da kendi dustugu dipsiz kuyuya cekmek istemektedir. bu diger taraftan tanri ya besledigi kinden de ileri gelmektedir.
Şeytani tam anlami ile temsil eden belli basli karakter ozellikleri vardir , bunlara "yedi gunah"
( kibir,acgozluluk,ihanet,yalan,itaatsizlik vb. ) denilir. Şeytanin en onemli ve keskin ozelligi tabiiki oldukca kibirli olmasidir. İslam dinene gore de kibir en buyuk gunahlar arasindadir.,
Her ne kadar aksi söylense de, insan ruhunun yegane kurtarıcısı. Zira insanlar yaşamaya devam etmek için genel olarak üç tanımı kabul etmek zorundadırlar.
Birincisi, kişinin kendi varlığına inanabilmesi ve kendini kabul edebilmesi için yarattığı "ben" inancıdır. Bu daha sonra egonun oluşmasına da vesile olacaktır elbet.
İkincisi, yalnız olmadığını hissetmesi ve ödülleri hayal edebilmesi için tanrıdır. Yanlız değildir çünkü tanrı kendisiyle beraber başkalarını yaratmıştır. Hiçbiri olmadığında da başka yaratıkları ve tanrının kendisi yanında bulunur, insanın. Ödülleri düşünür insan, çünkü bir hayat amacı olduğunu düşünmek ister. Bunu başardığında da tanrı onu ödüllendirecektir.
Üçüncüsü ise, tahmin edebileceğiniz üzere Şeytandır. Bu nacizane kişilik, temelde insana hayatta karşılaşacağı engeller ve kötülükler olacağını anlatır. Kimi zaman bu kötülüğü kendi kendine bile yapmış olabilir insan. Ancak şeytan inancı sayesinde affedebilir kendini. Kendi savaşını vermeye başlar böylece şeytana karşı. Aslında şeytan her yerdedir, insana karşı çıkan herşeyde; kimi zaman kendi duygularında hatta.
Kişi düşünmeye başladığı andan itibaren ilk referans noktası olarak kendini alır ve bir "ben" inancını orada yaratmış olur zaten. İkinci ve üçüncü inançlar kişinin isteğine göre engellenebilir. Ancak ikinci inancın yok sayılması kolaydır, evet bir boşluk yaratır bir sıkıntı oluşturur belki ama boşluk fikri, sonlulukteması pek de öyle çekilmez değildir. Ancak kişi kendi içinde bir zıt güç, bir şeytan yaratmadıysa işte o zaman gerçekten ruhunu şeytana satmış demektir kendi elinde bir şey kalmamıştır. Yola devam etmek için gereklidir şeytan, kendini kanıtlamak için; haliylen ruhu korumak için de. Ve sanılanın aksine şeytan fikri tanrısız da var olabilir. ha bunu farkedemeyenler için söyleyelim, bu hissiyata şeytan demek zorunda diiliz zaten, ama budur şeytanın insan dünyasında asıl temsil ettiği şey.
Allah' ın katakulliye getirdiği iki yaratıktan biri. Diğeri de insandır. Şöyle ki: Allah kutsal kitabında bize diyor ki bizi bu dünyada sınamak ve öbür dünyada ödüllendirmek yahut cezalandırmak için yarattı. Yani herşey en başından belliydi. Yani sınav gereği insanı birilerinin kötülüğe sevkedeceği de belliydi. Ama allah şeytan' a doğrudan "senin görevin insanları kötülüğe sevketmek" demedi de adem' e secde edilmesi tezgahını tertipledi. Adem'e secde etmeyen şeytan suçlu pozisyonuna düştü. Öte yandan adem ve havva' ya söylenen onların sınanacağı değil, cennette yaşıyacaklarıydı. Allah onları cennetten kovmak ve sınavı ortaya koyabilmek için de yasak elma tezgahını tertipledi. Böylece hem insanı ve şeytanı birbirine düşürmüş, hem bu yüzden ikisini de suçlu ilan etmiş oldu. Pekiyi neden onları suçlu durumuna düşürdü? çünkü sadece onları yaratmış olmanın kendisini otoriter kılmadığı apaçık ortadaydı. Onların üzerinde otorite iddia edebilmesi için kendisinin haklı olması, kendisinin haklılık iddia edebilmesi için ise bir şekilde onların suçlu bulunmaları gerekiyordu. Allah' ın gerçek dünyada "egemen güçler"e denk düştüğünü ifade edersek, çevirdiği katakullilerin nedeni de açıkça görülebilir.
,
Yezidîler “seytan ile tanri esitti. tanri seytani kiskandi ve kutsal özelliklerini elinden aldi” diyorlar ve seytanı tutuyorlar. İnsanlarin her türlü kötülügü seytana mal ettiklerini, asil kötünün insan oldugunu savunuyorlar.
Modern satanizm ise, 1966 yilinda Rosemary’nin Bebeği isimli kitap ve film baslangic noktasi oldu. Şeytan tarafindan gebe birakilan ve Deccal’i doguran kadini anlatan filmin yapimcisi bir yil sonra öldürülecekti. Bu filmde ‘karabüyü danismani’ rolündeki Kafkas kökenli Anton La Vey (1930) ise, sonradan seytan kilisesini kurdu ve basrahip oldu.
Şeytanın kutsal kitabinda la vey şunları söylüyor: “Şeytanin cagidir bu; Şeytan dünyayi yönetiyor.”
Tanrı önce tamamen itaatkar bir varlık yaratıyor (içlerinden birisi itaat etmiyor, buna daha sonra değinicez). Daha sonra insanlığı yaratıyo ve onlardan da itaat etmesini istiyor. olasılıkları inceleyelim. Melekler de itaat etmekte özgür varlıklardır, ama onlar yüce bilgelikleri sayesinde içlerinden birisi dışında bozulmaya uğramamışlardır yada şeytan aslında bir melek değildir. Bu o kadar da önemli değildir. tanrının bütün bunların oluşumundaki amacı nedir? Eğer tamamen itaat eden bir soy istediyse, herşeyin sonunu olmadan önce görebilen sonsuz güçteki yüce tanrı şeytanın ona karşı geleceğini, insanları kötü yola sokacağını görememişmidir? Ya da en baştaki amacı insanları sınamak için kötülüğe, ve insanlar kötü yola sokan bir meleğe ihtiyacı vardır. Belki de Şeytan, sadece tanrının ondan istediği, insanları kötü yola sokmaya çalışma -ki bu olay tanrının, nefsine hakim olanları ayırmasına yardım edecektir-. Görevini tamamlıyordu. Yani bu durumda şeytan tanrının en pis işini yapan, kesinlikle yoldan çıkmamış bir melektir.
Her iki durum da kuran-ı kerim ile çakışıyor. Eğer gerçekten şeytanın nasıl davranacağını göremediyse gücü, Yada şeytanın aslında sadece kendisine verilen görevi yerine getirmekle yükümlü bir melek olması ise kuran-ı kerim'de bir yalan yada hatanın olduğunu gösterir. Tabii ki bundan başka senaryolarda kurulabilir, bunlar şu an aklıma gelen sadece ikisi. Bu da dünyanın ne kadar fazla olanak sunduğunu gösteriyor. İsterseniz bu ikisinden birine; isterseniz aslında bütün büyük dinlerin, şu anda inanılmayan birsürü eski dinin biraz geliştirilmiş versiyonu olduğuna ve birgün yıkılacağına ve yerine daha gerçekçi bir din geleceğine; yada gerçeği, insanlığın şu anki zekası ve bilgisiyle gerçeği kavrayamayacağına ve beklemeye (şu an benim durumumu en iyi bu açıklıyor) inanabilirsiniz.
Şeytanı kızıl tenli, kafasında iki boynuzu olan, uzun kuyruklu, belden aşağısı keçiye benzer kıllı bir yaratık olarak resmetmek saçmalıktır, palavradır ve yanlış anlaşılmadır...
İşte size diablo'nun imajının tarihi:
hiristiyanlık öncesi Avrupada Roma imparatorluğunun dışında kalan halklar(bkz: Ggermenler), onlar gibi çok tanrılı dine taparlardı. Bu dinde pan adında bir bereket tanrısı vardı ve bu tanrının imajı iri yarı, belden aşağısı keçiye benzer, sakallı ve boynuzlu, elinde çiftçilerin saman yığınlarını kaldırmak için kullandığıı çatallardan olan bir yaratık idi. Resimlerde çiftçiler onu bir çemberin ortasına alır ve etrafında dans ederek ona şükranlarını belirtirlerdi. Aradan yüzyılllar geçti, avrupada hiristiyanlık yayaıldı, eski dinler unutuldu, ta ki 14-15. yüzyıllarda savaşlar, salgın hastalıklar ve kıtlıklardan kırılan avrupada kilise bunların sebebini şeytan ve onun kulları olan cadılar olarak ilan edene dek(bkz: cadı avı). Bunları resmetmek için ise kafirlik döneminden kalma tanrı ve putları örnek aldılar, bunlardan en çok bilinenleri arasında olan pan da böylece çiftçilerin şükredip taptığı bir bereket tanrsı olmaktan kara tahtında oturup insanların başına felaket ve acı yağdıran bir iblise dönüştü. Aradan yüzyıllar geçti, çağlar değişti ve 20.yy ın popüler kültürü şeytanı bu saçma imajla insanların karşısına bir reyting malzemesi olarak çıkardı.
Eğer hiristiyanlık dönemin felaketlerinin (bkz: veba)(bkz: yüzyıl savaşları) sorumlusunu şeytan olarak göstermese idi şeytan bugün kötülüğün simgesi olmak yerine insanların öğrenip ibret alması gereken kovulmuş bir melek olarak görülürdü. Eski Yunan uygarlıklarına, Aztek uygarlığına veya doğu dinlerine bakarsanız ölüm ve yoketme tanrılarının bile adından saygı ile bahsedildiği görülür. İlahi dinlerde ise bu melek bir yanlış anlaşılmaya kurban gitti.
Bu durumda şeytana tapmak da ortaçağ kilisesinin bu yanlışından doğan bir kavram olabilir, nitekim ortaçağda ortaya çıkan bu kavram popüler çağda yayılmış ve taraftar bulmuştur.
Bu durumda şeytana tapmak da bir yanlışlıktan kaynaklanır ve yanlışlıktır...
Şeytan , insanlari kotu yola cektigi , gunaha tesvik ettigine inanilir. Bu yuzden cogunlukla tipleme olarak ( insan kiliginda ) yakisikli yada guzel karakterler kullanilmistir. Oldukca sogukkanli ve sinsi bakar , fazla konusmazlar yalniz etkileyicidirler.
Şeytan keci olarak sembolize edilir. Pentagram yildizinin icine bir keci basini tam oturtabilirsiniz. Ters yildizin ust taraftaki iki cikintisi boynuzlardir. Yanlardakiler ise kulaklar.
Şeytan , karanliklar lordudur. kotulugun efendisidir, cehennem in asil sahibidir.
Aslen eski ibranicede bas-atan kelimesinden turemistir. Bas-atan dusman demektir. Zamanla asima ugrayarak , yada cesitli kulturler tarafindan benimsenerek saydan ve en sonda seytan haline almistir .
Kimi dinlerde hz.Adem in bahcivan olduguna inanilirdi , cennet bahcesinin bahcivani o idi , Adem ve Havva portlerindede oldugu gibi buradada Şeytan , yilan formundadir ve Adem i yasak elmayi yemesi icin tesvik eder ( bastan cikarir ) . İlk kotuluk , butun diger kotuluklerin anasidir ve digerlerine gebe birakir.
Şeytan in kimi zamanlar insanlari kandirmak icin insan formunda gezdigi soylenir. Kimi zaman kiz arkadasiniz ona burunur yada tam tersi , veyahut en cok guvendiginiz insanlar . Onlarda sizi bu sekilde yoldan cikarir ve kandirirlar. Bilincinizde yada inancinizda dogru , ahlakli olduguna inandiginiz bir seyi size seytan yaptiriyor , sizi yoldan cikariyor olabilir.
Şeytan in allah katindan kovulma sebebi malumdur , burada itaat etmesi buyruldugunda , kimi inanislara gore seytanin su cumleyi soyledigi varsayilir :
- Non Serviam ! ( latinceden ingilizce karsiligi " i will not serve " , turkcesi ise " itaat etmem" dir. )
Din inanislarina gore , Şeytan a eslik eden , onun yaninda olan insanlar sonunda onunla ayni kaderi paylasacaklardir. Şeytan bu insanlari da kendi dustugu dipsiz kuyuya cekmek istemektedir. bu diger taraftan tanri ya besledigi kinden de ileri gelmektedir.
Şeytani tam anlami ile temsil eden belli basli karakter ozellikleri vardir , bunlara "yedi gunah"
( kibir,acgozluluk,ihanet,yalan,itaatsizlik vb. ) denilir. Şeytanin en onemli ve keskin ozelligi tabiiki oldukca kibirli olmasidir. İslam dinene gore de kibir en buyuk gunahlar arasindadir.,
Her ne kadar aksi söylense de, insan ruhunun yegane kurtarıcısı. Zira insanlar yaşamaya devam etmek için genel olarak üç tanımı kabul etmek zorundadırlar.
Birincisi, kişinin kendi varlığına inanabilmesi ve kendini kabul edebilmesi için yarattığı "ben" inancıdır. Bu daha sonra egonun oluşmasına da vesile olacaktır elbet.
İkincisi, yalnız olmadığını hissetmesi ve ödülleri hayal edebilmesi için tanrıdır. Yanlız değildir çünkü tanrı kendisiyle beraber başkalarını yaratmıştır. Hiçbiri olmadığında da başka yaratıkları ve tanrının kendisi yanında bulunur, insanın. Ödülleri düşünür insan, çünkü bir hayat amacı olduğunu düşünmek ister. Bunu başardığında da tanrı onu ödüllendirecektir.
Üçüncüsü ise, tahmin edebileceğiniz üzere Şeytandır. Bu nacizane kişilik, temelde insana hayatta karşılaşacağı engeller ve kötülükler olacağını anlatır. Kimi zaman bu kötülüğü kendi kendine bile yapmış olabilir insan. Ancak şeytan inancı sayesinde affedebilir kendini. Kendi savaşını vermeye başlar böylece şeytana karşı. Aslında şeytan her yerdedir, insana karşı çıkan herşeyde; kimi zaman kendi duygularında hatta.
Kişi düşünmeye başladığı andan itibaren ilk referans noktası olarak kendini alır ve bir "ben" inancını orada yaratmış olur zaten. İkinci ve üçüncü inançlar kişinin isteğine göre engellenebilir. Ancak ikinci inancın yok sayılması kolaydır, evet bir boşluk yaratır bir sıkıntı oluşturur belki ama boşluk fikri, sonlulukteması pek de öyle çekilmez değildir. Ancak kişi kendi içinde bir zıt güç, bir şeytan yaratmadıysa işte o zaman gerçekten ruhunu şeytana satmış demektir kendi elinde bir şey kalmamıştır. Yola devam etmek için gereklidir şeytan, kendini kanıtlamak için; haliylen ruhu korumak için de. Ve sanılanın aksine şeytan fikri tanrısız da var olabilir. ha bunu farkedemeyenler için söyleyelim, bu hissiyata şeytan demek zorunda diiliz zaten, ama budur şeytanın insan dünyasında asıl temsil ettiği şey.
17 Mayıs 2009 Pazar
İstekler
“Gerçek isteklerin üzeri, yanlış istekler tarafından örtülmüştür; kendileri doğru olsalar bile, üzerlerini örten yanlıştır. Kişi hayatındaki herhangi birini kaybettiğinde, kendisi hala canlı da olsa onu göremiyor, ona ulaşamıyor. Hayatındaki canlı insanlara olduğu gibi ölmüş olanlara ve istediği diğer hiçbirşeye insan ulaşamıyor çünkü bu dünyada insanın böyle gerçek istekleri gerçek olmayanlarla örtülmüştür.
Tıpkı altın hazinenin yerini bilmeyenlerin, ne olduğunu bilmedikleri bu gizli hazineyi bulmak için sürekli arayıp durmaları gibi bu varlıklar da onu bilmeden Ebedi Dünya'ya gün be gün ilerler ve yanlış olan tarafından geri çekilirler.” — Chhandogya Upanishad, VIII, 3, 1.
Çok yakın bir zamanda şöyle bir olay meydana geldi. Bir arkadaşımız, çok sevdiğimiz bir kardeşimiz bedenini terketti ve bizler ölümün o eski sorusuyla yüzyüze geldik. Upanişadlar’da bu sorunun yanıtı oldukça nettir. Bizler ölmüş arkadaşımızı göremeyiz, ulaşamayız, çünkü içimizdeki bu gerçek istek yanlış isteklerle örtülmüş, üzeri kapatılmıştır. Işte bu yüzden bizler gizli altın hazineyi arayan ama üzeri toprakla kapandığından onu göremeyen insanlara benzeriz.
Bütün meselenin özü de buradadır, bizler gerçek hayata adım atamıyoruz; hatta zaten onun içinde olmamıza rağmen gerçek hayattan yararlanamıyoruz. Çünkü ruhlarımızın etrafına gerçek olmayan isteklerden kalın bir perde çekilmiştir ve bunlar aslında çok yakınında olduklarımıza karşı bize engel oluşturuyor, gözlerimizi kör ediyor. Bir an için bu yanlış isteklerin üzerine çıkıp hayatın ışığını bir an için görebildiğimizde aşağıda kalan yanlış isteklerin oluşturduğu bulanık, gri renkli, engelleyici bulutu görebiliriz. Bunlar, kişisel olarak ilgimizi yönelttiklerimiz, kişisel rahatımıza dair düşüncelerimizdir ve yine ışığın içinden aşağılara indiğimizde yeniden o bulutların içinde kör olabilir, evrende başka hiçbir şeye olmadığı kadar onlara inanarak bizleri kör etmesine izin verebilir ve onlara olan sevgimizin haklılığını kendimize ve başkalarına karşı savunma çabası içine girebiliriz.
Belki de kendi kendini haklı çıkarmaya yönelik keskin bir niyet, gözlerimizi onların gerçekten ne olduklarını görebilmek için bu bulutların üzerinde yeterince uzun süre tutabilecektir. Kişisel rahatımız adına olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında ne olduğunu görerek bununla eğlenebiliriz bile. Oysa kendimizi rahat ettirmenin peşinde koşmak, en iyi ihtimalle acı bir eylemdir, bu onurumuz adına bizi sevindirecek bir başarı olmayacaktır. Insanın isteği şudur: bir peri masalında kral rolü oynamak, yüksek erdemler ve nezaketten çok, hissedemese de sahip olacağı ve zihninin bir köşesinde alçakgönüllü bir şekilde tutuyor olsa bile beden, zihin ve mal mülk için övülmek; anlamsız dalkavuklardan çok gerçek hayranların, kul köle olanların, nüfuz sahibi kişilerin yüceltici takdirlerini ve beğenilerini toplamak, herşeyin isteği şekilde gelişmesi ve kendi yolunun son derece iyi olduğunu hissetmek ve hissettiği şeyin herkes için, özellikle de kendisi için iyi olduğunu duyumsamak..
Zengin olmak için uğraşıp duran şu nüfuzlu insanlara bir bak! Onları motive eden ne? Kendi rahatlarını tehlikeye atmadan eskisinden daha çok midelerini doldurmaları mümkün değil ki, ya da yol kenarındaki dilenciden daha çok fiziksel zevk almaları da mümkün değil… Onları motive eden aslında hiç de fiziksel hazlar değil, daha çok peri masalındaki kral olmak için duydukları o unutulmaz istek. Bir parça zengin olur olmaz kapris yapmaya başladıklarını görürsünüz; güzel şeyler isterler, süslü püslü ve zarif şeyler isterler, prenslere layıktır istedikleri. Bu isteklerin nedeni istedikleri şeylerin güzelliğiyle mutluluk buldukları için değildir, çünkü güzelliğin verdiği mutluluk sahip olma arzusu olmadan da tadılabilir, gökkuşaklarının veya günbatımının vergisi yoktur ki. Güzelliğin verdiği mutluluk gerçek bir istektir, hayran olunma veya ilgi çekme isteği gibi yanlış isteklerle üzeri örtülmüştür, çünkü (ne de olsa) güzel şeylerin sahibi peri masalındaki kraldır.
Bunları söylemekteki amacımız insanlığın yarısını suçlamak olmadığı gibi, peri masalındaki kraliçeyi oynama fantezisinin evrenselliğini olduğundan daha az gibi göstermek için de değildir. Kibirliliğin sevgi üretmede ne büyük bir etken olduğunu, kraliçelik özleminin bütün Arcadialı Çobanların* o güzel dramlarında ne önemli bir rol oynadıklarını görmek harikuladedir.
Yaşadığımız hayat aslında güzel bir çocuk oyunu olurdu, bütün peri masalları da benzer hikayelerden ibarettir, ama ne yazık ki bizlerin bu hikayelere yüklediğimiz bir acı ve acımasızlık vardır. Zihnimizin bataklıklarından yükselen sisleri ve kızgınlıkların yarattığı karanlık bulutları izlemek eğiticidir ama yükseltici değildir; diğer insanların peri masalı hayallerimize kapılmadığını ama hepsinin kendi kabullerimize göre belirlediğimiz değerlerimize karşı katı yürekli olduğunu hissetmeye başladığımız an; bu, oldukça ileri düzeydeki bir bilge için sakince gülünmeye katlanmak, bir üstat içinse bundan sevinç duyarak aşağılanmak anlamına gelmektedir.
Kibirliliklerimize dair bu oyun inanılmaz geniş boyutlardadır. Bu oyun, yaşadığımız dünyada neredeyse hayatın tamamını oluşturur; yaşamın sık sık korkunç ve fırtınalı bir hal alıp dağları ve yıldızları gözden kaybettiren tüm atmosferini oluştururlar. Ne var ki, kalplerimiz kibirliliklerinden arındığında da çıplak kalır.
Bunlar ve bunun gibiler, ruhlarımızı kuşatan, renksiz, boğucu bulutlar gibi etrafımızda birikerek gerçek dünyayı bize kapatan ve zamanla bizleri gerçeğin kendileri olduğuna ikna eden yanlış isteklerdir. Daha hafiflemiş bir ruh halindeyken hayatın bir kukla komedisi, bir tiyatro oyunu olduğunu söylemeye yönelebiliriz ama etrafımızı karanlıklar kuşattığında yaşamı, gürültü ve şiddetle dolu, bir aptalın anlattığı ve hiçbir anlamı olmayan bir hikaye olarak tanımlarız.
Yanlış isteklerin oluşturduğu bulut bizleri şımarmaya ve yararsız uğraşlara iter, ta ki hayatın merhameti bizi sersemletici ve içimize işleyen, yükselten ve kendimizden öteye sürükleyerek hayatın buluttan katmanlarından biraz daha ötesine bakmamıza, kendi hayatımızın dışında başkalarının hayatlarını da görmeye izin veren bir olayla yeniden kavrayıncaya kadar. İşte o zaman yararsızlığın ve gerçekliğin ne olduğunu anlamaya başlarız. Kendi gördüğümüzü üzeri örtülmeden tutabilir ve etrafımızdaki bulutları biraz dağıtmak için istediğimizde geri çağırabilirsek, güneşi bir parça görebiliriz. Ama yine de gördüğümüzün işaret ettiğini tamamen kaçırabilir ve bu gerçeğe dokunuşu acıya ve üzüntüye dokunuş olarak yanlış adlandırabilir, hatta yaşamlarımızdaki üzüntüye derinden hayıflanabilir ve üzüntü karşımıza çıkmadan önce hoşumuza giden o pembe bulutlarla ilgilenip ilgilenemeyeceğimizi merak edebiliriz. Ama gerçekte, üzüntümüz ve çektiğimiz acı da tıpkı tatlı kibirliliklerimiz gibi periler ülkesine aittirler.
Bizler ister bu dünyada ulaşamadığımız için olsun, ister öte aleme geçmiş olsunlar, arkadaşlarımızdan ayrıldığımız için üzülürüz. Ama gerçek şu ki “ayrılık diye bir şey yoktur”. Hepimiz doğrudan birlikteyiz, ama ben periler ülkeme ait resimlerle öyle meşgulüm ki asla başımı kaldırıp yanı başımda duran arkadaşımı göremiyorum, ister ölü olsun, isterse diri. Bulutlardan oluşan o kalın, dönüp duran ve benim kişiliğim adını verdiğim katmanlardan bir an için başımı kaldırıp giden arkadaşımı da, o “bana ait olanı” da çok daha net görebilirim.
Periler ülkesinin yararsızlığını ve boşuna oluşunu son derece net olarak kimbilir kaç kez fark ettikten ve her seferinde bunu kendime söyledikten sonra, defalarca kez bunun içine çekildikten ve defalarca kez kibirliliğimi ve yararsızlığımı ciddiye aldıktan sonra yine de bu sürecin harika olduğu söyleyebilirim... İşte o zaman, gördüğüm görüntüyü ve hatıralarını unutabilirim ve bu durumda işleyişin nasıl tam olarak devam edebildiğini görmek yine harikadır. Dolayısıyla, her ne kadar Ebedi Olan’ın dünyasına gün be gün girsek de ve gerçek hayatın içinde bulunuyor olsak da bunu, altın hazinenin ayakları altında ezildiği insanlardan daha fazla görmüyor, bilmiyoruz. İnancın ve bilginin güçlü olumlamaları, bizleri körleştiren bulutlardaki aralıklardır, inancımızı boğmaya çalışan önemsiz düşünceler gözlerimizi kapatan bulutlardır. Kibir ve şüphe, gerçeği kapatan tüm yanlış isteklerin en yanlışıdır ama her biri de kendi oyununu oynarlar.
Kibir şüpheye, şüphe etmenin bilgece ve akıllıca olduğunu söyler. Şüphe ise kibire umutlarının buluttan dünyasının varolan tek dünya olduğunu ve başka bir şey için uğraşmanın gerekli olmadığını söyler. İşte böylece ruhlar karartılır ve insan hayatının hazin komedisi başlamış olur.
Tıpkı altın hazinenin yerini bilmeyenlerin, ne olduğunu bilmedikleri bu gizli hazineyi bulmak için sürekli arayıp durmaları gibi bu varlıklar da onu bilmeden Ebedi Dünya'ya gün be gün ilerler ve yanlış olan tarafından geri çekilirler.” — Chhandogya Upanishad, VIII, 3, 1.
Çok yakın bir zamanda şöyle bir olay meydana geldi. Bir arkadaşımız, çok sevdiğimiz bir kardeşimiz bedenini terketti ve bizler ölümün o eski sorusuyla yüzyüze geldik. Upanişadlar’da bu sorunun yanıtı oldukça nettir. Bizler ölmüş arkadaşımızı göremeyiz, ulaşamayız, çünkü içimizdeki bu gerçek istek yanlış isteklerle örtülmüş, üzeri kapatılmıştır. Işte bu yüzden bizler gizli altın hazineyi arayan ama üzeri toprakla kapandığından onu göremeyen insanlara benzeriz.
Bütün meselenin özü de buradadır, bizler gerçek hayata adım atamıyoruz; hatta zaten onun içinde olmamıza rağmen gerçek hayattan yararlanamıyoruz. Çünkü ruhlarımızın etrafına gerçek olmayan isteklerden kalın bir perde çekilmiştir ve bunlar aslında çok yakınında olduklarımıza karşı bize engel oluşturuyor, gözlerimizi kör ediyor. Bir an için bu yanlış isteklerin üzerine çıkıp hayatın ışığını bir an için görebildiğimizde aşağıda kalan yanlış isteklerin oluşturduğu bulanık, gri renkli, engelleyici bulutu görebiliriz. Bunlar, kişisel olarak ilgimizi yönelttiklerimiz, kişisel rahatımıza dair düşüncelerimizdir ve yine ışığın içinden aşağılara indiğimizde yeniden o bulutların içinde kör olabilir, evrende başka hiçbir şeye olmadığı kadar onlara inanarak bizleri kör etmesine izin verebilir ve onlara olan sevgimizin haklılığını kendimize ve başkalarına karşı savunma çabası içine girebiliriz.
Belki de kendi kendini haklı çıkarmaya yönelik keskin bir niyet, gözlerimizi onların gerçekten ne olduklarını görebilmek için bu bulutların üzerinde yeterince uzun süre tutabilecektir. Kişisel rahatımız adına olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında ne olduğunu görerek bununla eğlenebiliriz bile. Oysa kendimizi rahat ettirmenin peşinde koşmak, en iyi ihtimalle acı bir eylemdir, bu onurumuz adına bizi sevindirecek bir başarı olmayacaktır. Insanın isteği şudur: bir peri masalında kral rolü oynamak, yüksek erdemler ve nezaketten çok, hissedemese de sahip olacağı ve zihninin bir köşesinde alçakgönüllü bir şekilde tutuyor olsa bile beden, zihin ve mal mülk için övülmek; anlamsız dalkavuklardan çok gerçek hayranların, kul köle olanların, nüfuz sahibi kişilerin yüceltici takdirlerini ve beğenilerini toplamak, herşeyin isteği şekilde gelişmesi ve kendi yolunun son derece iyi olduğunu hissetmek ve hissettiği şeyin herkes için, özellikle de kendisi için iyi olduğunu duyumsamak..
Zengin olmak için uğraşıp duran şu nüfuzlu insanlara bir bak! Onları motive eden ne? Kendi rahatlarını tehlikeye atmadan eskisinden daha çok midelerini doldurmaları mümkün değil ki, ya da yol kenarındaki dilenciden daha çok fiziksel zevk almaları da mümkün değil… Onları motive eden aslında hiç de fiziksel hazlar değil, daha çok peri masalındaki kral olmak için duydukları o unutulmaz istek. Bir parça zengin olur olmaz kapris yapmaya başladıklarını görürsünüz; güzel şeyler isterler, süslü püslü ve zarif şeyler isterler, prenslere layıktır istedikleri. Bu isteklerin nedeni istedikleri şeylerin güzelliğiyle mutluluk buldukları için değildir, çünkü güzelliğin verdiği mutluluk sahip olma arzusu olmadan da tadılabilir, gökkuşaklarının veya günbatımının vergisi yoktur ki. Güzelliğin verdiği mutluluk gerçek bir istektir, hayran olunma veya ilgi çekme isteği gibi yanlış isteklerle üzeri örtülmüştür, çünkü (ne de olsa) güzel şeylerin sahibi peri masalındaki kraldır.
Bunları söylemekteki amacımız insanlığın yarısını suçlamak olmadığı gibi, peri masalındaki kraliçeyi oynama fantezisinin evrenselliğini olduğundan daha az gibi göstermek için de değildir. Kibirliliğin sevgi üretmede ne büyük bir etken olduğunu, kraliçelik özleminin bütün Arcadialı Çobanların* o güzel dramlarında ne önemli bir rol oynadıklarını görmek harikuladedir.
Yaşadığımız hayat aslında güzel bir çocuk oyunu olurdu, bütün peri masalları da benzer hikayelerden ibarettir, ama ne yazık ki bizlerin bu hikayelere yüklediğimiz bir acı ve acımasızlık vardır. Zihnimizin bataklıklarından yükselen sisleri ve kızgınlıkların yarattığı karanlık bulutları izlemek eğiticidir ama yükseltici değildir; diğer insanların peri masalı hayallerimize kapılmadığını ama hepsinin kendi kabullerimize göre belirlediğimiz değerlerimize karşı katı yürekli olduğunu hissetmeye başladığımız an; bu, oldukça ileri düzeydeki bir bilge için sakince gülünmeye katlanmak, bir üstat içinse bundan sevinç duyarak aşağılanmak anlamına gelmektedir.
Kibirliliklerimize dair bu oyun inanılmaz geniş boyutlardadır. Bu oyun, yaşadığımız dünyada neredeyse hayatın tamamını oluşturur; yaşamın sık sık korkunç ve fırtınalı bir hal alıp dağları ve yıldızları gözden kaybettiren tüm atmosferini oluştururlar. Ne var ki, kalplerimiz kibirliliklerinden arındığında da çıplak kalır.
Bunlar ve bunun gibiler, ruhlarımızı kuşatan, renksiz, boğucu bulutlar gibi etrafımızda birikerek gerçek dünyayı bize kapatan ve zamanla bizleri gerçeğin kendileri olduğuna ikna eden yanlış isteklerdir. Daha hafiflemiş bir ruh halindeyken hayatın bir kukla komedisi, bir tiyatro oyunu olduğunu söylemeye yönelebiliriz ama etrafımızı karanlıklar kuşattığında yaşamı, gürültü ve şiddetle dolu, bir aptalın anlattığı ve hiçbir anlamı olmayan bir hikaye olarak tanımlarız.
Yanlış isteklerin oluşturduğu bulut bizleri şımarmaya ve yararsız uğraşlara iter, ta ki hayatın merhameti bizi sersemletici ve içimize işleyen, yükselten ve kendimizden öteye sürükleyerek hayatın buluttan katmanlarından biraz daha ötesine bakmamıza, kendi hayatımızın dışında başkalarının hayatlarını da görmeye izin veren bir olayla yeniden kavrayıncaya kadar. İşte o zaman yararsızlığın ve gerçekliğin ne olduğunu anlamaya başlarız. Kendi gördüğümüzü üzeri örtülmeden tutabilir ve etrafımızdaki bulutları biraz dağıtmak için istediğimizde geri çağırabilirsek, güneşi bir parça görebiliriz. Ama yine de gördüğümüzün işaret ettiğini tamamen kaçırabilir ve bu gerçeğe dokunuşu acıya ve üzüntüye dokunuş olarak yanlış adlandırabilir, hatta yaşamlarımızdaki üzüntüye derinden hayıflanabilir ve üzüntü karşımıza çıkmadan önce hoşumuza giden o pembe bulutlarla ilgilenip ilgilenemeyeceğimizi merak edebiliriz. Ama gerçekte, üzüntümüz ve çektiğimiz acı da tıpkı tatlı kibirliliklerimiz gibi periler ülkesine aittirler.
Bizler ister bu dünyada ulaşamadığımız için olsun, ister öte aleme geçmiş olsunlar, arkadaşlarımızdan ayrıldığımız için üzülürüz. Ama gerçek şu ki “ayrılık diye bir şey yoktur”. Hepimiz doğrudan birlikteyiz, ama ben periler ülkeme ait resimlerle öyle meşgulüm ki asla başımı kaldırıp yanı başımda duran arkadaşımı göremiyorum, ister ölü olsun, isterse diri. Bulutlardan oluşan o kalın, dönüp duran ve benim kişiliğim adını verdiğim katmanlardan bir an için başımı kaldırıp giden arkadaşımı da, o “bana ait olanı” da çok daha net görebilirim.
Periler ülkesinin yararsızlığını ve boşuna oluşunu son derece net olarak kimbilir kaç kez fark ettikten ve her seferinde bunu kendime söyledikten sonra, defalarca kez bunun içine çekildikten ve defalarca kez kibirliliğimi ve yararsızlığımı ciddiye aldıktan sonra yine de bu sürecin harika olduğu söyleyebilirim... İşte o zaman, gördüğüm görüntüyü ve hatıralarını unutabilirim ve bu durumda işleyişin nasıl tam olarak devam edebildiğini görmek yine harikadır. Dolayısıyla, her ne kadar Ebedi Olan’ın dünyasına gün be gün girsek de ve gerçek hayatın içinde bulunuyor olsak da bunu, altın hazinenin ayakları altında ezildiği insanlardan daha fazla görmüyor, bilmiyoruz. İnancın ve bilginin güçlü olumlamaları, bizleri körleştiren bulutlardaki aralıklardır, inancımızı boğmaya çalışan önemsiz düşünceler gözlerimizi kapatan bulutlardır. Kibir ve şüphe, gerçeği kapatan tüm yanlış isteklerin en yanlışıdır ama her biri de kendi oyununu oynarlar.
Kibir şüpheye, şüphe etmenin bilgece ve akıllıca olduğunu söyler. Şüphe ise kibire umutlarının buluttan dünyasının varolan tek dünya olduğunu ve başka bir şey için uğraşmanın gerekli olmadığını söyler. İşte böylece ruhlar karartılır ve insan hayatının hazin komedisi başlamış olur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)