“Gerçek isteklerin üzeri, yanlış istekler tarafından örtülmüştür; kendileri doğru olsalar bile, üzerlerini örten yanlıştır. Kişi hayatındaki herhangi birini kaybettiğinde, kendisi hala canlı da olsa onu göremiyor, ona ulaşamıyor. Hayatındaki canlı insanlara olduğu gibi ölmüş olanlara ve istediği diğer hiçbirşeye insan ulaşamıyor çünkü bu dünyada insanın böyle gerçek istekleri gerçek olmayanlarla örtülmüştür.
Tıpkı altın hazinenin yerini bilmeyenlerin, ne olduğunu bilmedikleri bu gizli hazineyi bulmak için sürekli arayıp durmaları gibi bu varlıklar da onu bilmeden Ebedi Dünya'ya gün be gün ilerler ve yanlış olan tarafından geri çekilirler.” — Chhandogya Upanishad, VIII, 3, 1.
Çok yakın bir zamanda şöyle bir olay meydana geldi. Bir arkadaşımız, çok sevdiğimiz bir kardeşimiz bedenini terketti ve bizler ölümün o eski sorusuyla yüzyüze geldik. Upanişadlar’da bu sorunun yanıtı oldukça nettir. Bizler ölmüş arkadaşımızı göremeyiz, ulaşamayız, çünkü içimizdeki bu gerçek istek yanlış isteklerle örtülmüş, üzeri kapatılmıştır. Işte bu yüzden bizler gizli altın hazineyi arayan ama üzeri toprakla kapandığından onu göremeyen insanlara benzeriz.
Bütün meselenin özü de buradadır, bizler gerçek hayata adım atamıyoruz; hatta zaten onun içinde olmamıza rağmen gerçek hayattan yararlanamıyoruz. Çünkü ruhlarımızın etrafına gerçek olmayan isteklerden kalın bir perde çekilmiştir ve bunlar aslında çok yakınında olduklarımıza karşı bize engel oluşturuyor, gözlerimizi kör ediyor. Bir an için bu yanlış isteklerin üzerine çıkıp hayatın ışığını bir an için görebildiğimizde aşağıda kalan yanlış isteklerin oluşturduğu bulanık, gri renkli, engelleyici bulutu görebiliriz. Bunlar, kişisel olarak ilgimizi yönelttiklerimiz, kişisel rahatımıza dair düşüncelerimizdir ve yine ışığın içinden aşağılara indiğimizde yeniden o bulutların içinde kör olabilir, evrende başka hiçbir şeye olmadığı kadar onlara inanarak bizleri kör etmesine izin verebilir ve onlara olan sevgimizin haklılığını kendimize ve başkalarına karşı savunma çabası içine girebiliriz.
Belki de kendi kendini haklı çıkarmaya yönelik keskin bir niyet, gözlerimizi onların gerçekten ne olduklarını görebilmek için bu bulutların üzerinde yeterince uzun süre tutabilecektir. Kişisel rahatımız adına olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında ne olduğunu görerek bununla eğlenebiliriz bile. Oysa kendimizi rahat ettirmenin peşinde koşmak, en iyi ihtimalle acı bir eylemdir, bu onurumuz adına bizi sevindirecek bir başarı olmayacaktır. Insanın isteği şudur: bir peri masalında kral rolü oynamak, yüksek erdemler ve nezaketten çok, hissedemese de sahip olacağı ve zihninin bir köşesinde alçakgönüllü bir şekilde tutuyor olsa bile beden, zihin ve mal mülk için övülmek; anlamsız dalkavuklardan çok gerçek hayranların, kul köle olanların, nüfuz sahibi kişilerin yüceltici takdirlerini ve beğenilerini toplamak, herşeyin isteği şekilde gelişmesi ve kendi yolunun son derece iyi olduğunu hissetmek ve hissettiği şeyin herkes için, özellikle de kendisi için iyi olduğunu duyumsamak..
Zengin olmak için uğraşıp duran şu nüfuzlu insanlara bir bak! Onları motive eden ne? Kendi rahatlarını tehlikeye atmadan eskisinden daha çok midelerini doldurmaları mümkün değil ki, ya da yol kenarındaki dilenciden daha çok fiziksel zevk almaları da mümkün değil… Onları motive eden aslında hiç de fiziksel hazlar değil, daha çok peri masalındaki kral olmak için duydukları o unutulmaz istek. Bir parça zengin olur olmaz kapris yapmaya başladıklarını görürsünüz; güzel şeyler isterler, süslü püslü ve zarif şeyler isterler, prenslere layıktır istedikleri. Bu isteklerin nedeni istedikleri şeylerin güzelliğiyle mutluluk buldukları için değildir, çünkü güzelliğin verdiği mutluluk sahip olma arzusu olmadan da tadılabilir, gökkuşaklarının veya günbatımının vergisi yoktur ki. Güzelliğin verdiği mutluluk gerçek bir istektir, hayran olunma veya ilgi çekme isteği gibi yanlış isteklerle üzeri örtülmüştür, çünkü (ne de olsa) güzel şeylerin sahibi peri masalındaki kraldır.
Bunları söylemekteki amacımız insanlığın yarısını suçlamak olmadığı gibi, peri masalındaki kraliçeyi oynama fantezisinin evrenselliğini olduğundan daha az gibi göstermek için de değildir. Kibirliliğin sevgi üretmede ne büyük bir etken olduğunu, kraliçelik özleminin bütün Arcadialı Çobanların* o güzel dramlarında ne önemli bir rol oynadıklarını görmek harikuladedir.
Yaşadığımız hayat aslında güzel bir çocuk oyunu olurdu, bütün peri masalları da benzer hikayelerden ibarettir, ama ne yazık ki bizlerin bu hikayelere yüklediğimiz bir acı ve acımasızlık vardır. Zihnimizin bataklıklarından yükselen sisleri ve kızgınlıkların yarattığı karanlık bulutları izlemek eğiticidir ama yükseltici değildir; diğer insanların peri masalı hayallerimize kapılmadığını ama hepsinin kendi kabullerimize göre belirlediğimiz değerlerimize karşı katı yürekli olduğunu hissetmeye başladığımız an; bu, oldukça ileri düzeydeki bir bilge için sakince gülünmeye katlanmak, bir üstat içinse bundan sevinç duyarak aşağılanmak anlamına gelmektedir.
Kibirliliklerimize dair bu oyun inanılmaz geniş boyutlardadır. Bu oyun, yaşadığımız dünyada neredeyse hayatın tamamını oluşturur; yaşamın sık sık korkunç ve fırtınalı bir hal alıp dağları ve yıldızları gözden kaybettiren tüm atmosferini oluştururlar. Ne var ki, kalplerimiz kibirliliklerinden arındığında da çıplak kalır.
Bunlar ve bunun gibiler, ruhlarımızı kuşatan, renksiz, boğucu bulutlar gibi etrafımızda birikerek gerçek dünyayı bize kapatan ve zamanla bizleri gerçeğin kendileri olduğuna ikna eden yanlış isteklerdir. Daha hafiflemiş bir ruh halindeyken hayatın bir kukla komedisi, bir tiyatro oyunu olduğunu söylemeye yönelebiliriz ama etrafımızı karanlıklar kuşattığında yaşamı, gürültü ve şiddetle dolu, bir aptalın anlattığı ve hiçbir anlamı olmayan bir hikaye olarak tanımlarız.
Yanlış isteklerin oluşturduğu bulut bizleri şımarmaya ve yararsız uğraşlara iter, ta ki hayatın merhameti bizi sersemletici ve içimize işleyen, yükselten ve kendimizden öteye sürükleyerek hayatın buluttan katmanlarından biraz daha ötesine bakmamıza, kendi hayatımızın dışında başkalarının hayatlarını da görmeye izin veren bir olayla yeniden kavrayıncaya kadar. İşte o zaman yararsızlığın ve gerçekliğin ne olduğunu anlamaya başlarız. Kendi gördüğümüzü üzeri örtülmeden tutabilir ve etrafımızdaki bulutları biraz dağıtmak için istediğimizde geri çağırabilirsek, güneşi bir parça görebiliriz. Ama yine de gördüğümüzün işaret ettiğini tamamen kaçırabilir ve bu gerçeğe dokunuşu acıya ve üzüntüye dokunuş olarak yanlış adlandırabilir, hatta yaşamlarımızdaki üzüntüye derinden hayıflanabilir ve üzüntü karşımıza çıkmadan önce hoşumuza giden o pembe bulutlarla ilgilenip ilgilenemeyeceğimizi merak edebiliriz. Ama gerçekte, üzüntümüz ve çektiğimiz acı da tıpkı tatlı kibirliliklerimiz gibi periler ülkesine aittirler.
Bizler ister bu dünyada ulaşamadığımız için olsun, ister öte aleme geçmiş olsunlar, arkadaşlarımızdan ayrıldığımız için üzülürüz. Ama gerçek şu ki “ayrılık diye bir şey yoktur”. Hepimiz doğrudan birlikteyiz, ama ben periler ülkeme ait resimlerle öyle meşgulüm ki asla başımı kaldırıp yanı başımda duran arkadaşımı göremiyorum, ister ölü olsun, isterse diri. Bulutlardan oluşan o kalın, dönüp duran ve benim kişiliğim adını verdiğim katmanlardan bir an için başımı kaldırıp giden arkadaşımı da, o “bana ait olanı” da çok daha net görebilirim.
Periler ülkesinin yararsızlığını ve boşuna oluşunu son derece net olarak kimbilir kaç kez fark ettikten ve her seferinde bunu kendime söyledikten sonra, defalarca kez bunun içine çekildikten ve defalarca kez kibirliliğimi ve yararsızlığımı ciddiye aldıktan sonra yine de bu sürecin harika olduğu söyleyebilirim... İşte o zaman, gördüğüm görüntüyü ve hatıralarını unutabilirim ve bu durumda işleyişin nasıl tam olarak devam edebildiğini görmek yine harikadır. Dolayısıyla, her ne kadar Ebedi Olan’ın dünyasına gün be gün girsek de ve gerçek hayatın içinde bulunuyor olsak da bunu, altın hazinenin ayakları altında ezildiği insanlardan daha fazla görmüyor, bilmiyoruz. İnancın ve bilginin güçlü olumlamaları, bizleri körleştiren bulutlardaki aralıklardır, inancımızı boğmaya çalışan önemsiz düşünceler gözlerimizi kapatan bulutlardır. Kibir ve şüphe, gerçeği kapatan tüm yanlış isteklerin en yanlışıdır ama her biri de kendi oyununu oynarlar.
Kibir şüpheye, şüphe etmenin bilgece ve akıllıca olduğunu söyler. Şüphe ise kibire umutlarının buluttan dünyasının varolan tek dünya olduğunu ve başka bir şey için uğraşmanın gerekli olmadığını söyler. İşte böylece ruhlar karartılır ve insan hayatının hazin komedisi başlamış olur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder